haklıydı. Korona Virüs aslında hepimizin dengesini bozmuştu, endişeliydik, tedirgindik. Herkes yanındaki arkadaşından korkar olmuştu. Her an yeni yasaklar bekliyorduk. Korona Virüsü, sosyal hayatın, ekonominin, bilimin, sanatın, dünyanın dengesini bozmuştu.
(Avrasya Akademi Online Kuray Hikâye Atölyesi, Mart 2020)
GECE GİBİ KARARDI HER ŞEY
Annem ve babam yurtdışında çalıştıkları için biz, dört kız kardeş Karabük’te anneannemin yanında kalıyorduk. Babam tatile yakın bir zamanda yazdığı mektupla kız kardeşimle benim okullar kapanınca köye, dedemlerin yanına gitmemizi istedi. Okullar kapandı ve biz bir yakınımızla gece terminalden otobüse binerek çok sevdiğimiz dedemin köyüne doğru yola çıktık.
Sabah bizi kapıda gören dedemle babaannem kısa süren şaşkınlıklarından hemen kurtularak bize sarıldılar. Çok acıkmıştık. Odanın ortasına hazırlanan yer sofrasında, büyük bir iştahla kahvaltımızı yaptık. Onlarda ayrı bir bayram havası vardı, biz de ayrı… Hemen köyü gezmek istiyorduk. Havası bile bir başka güzeldi köyümüzün. Hele buz gibi akan suyu yok mu? Üç yudumdan fazla içemiyorduk.
Dedemle birlikte evden çıktık. Köydeki son evleri de arkamızda bırakınca, önümüze çıkan kırmızı kiremitli, beyaz badanalı, üç sınıflı okul binasının yanından geçtik. Yol boyunca gördüğümüz sapsarı buğdaylar esen rüzgârla birlikte nazlı nazlı sallanıyorlardı. Karşımıza çıkan tarlada bellerine bağladıkları renkli peştamalları ile köyün kadınları vardı. Ellerindeki oraklar ile buğday biçiyorlardı. Başka yerlerde tırpanla erkekler biçermiş buğdayları, öyle okumuştum. Bizim köyde ise imece usulü ile kadınlar biçiyorlardı. Bu arada da hep birlikte mâniler söylüyorlardı. Daha önce böyle bir şey duymadığımdan onları dinlemek çok hoşuma gitti, oturup dinlemek istedim. Onlar buğday biçerken arkalarından erkekler biçilmiş buğdayları bağlayıp, bir araya topluyorlardı. Sonra hepsini kağnılara doldurup harman yerine getirdiklerini gördüm. Dedemin anlatmasına göre; her tarlanın buğdayları biçildikten sonra harman yerinde yığınlar halinde toplanırmış. Bazılarının harmanında üç yığın varken, bir başkasının harmanında beş yığın vardı. “Kimin evi kalabalıksa onun daha çok yığını var herhalde!” diye düşündüm. Akşam yemeğinden sonra dedem:
–Hadi yatın siz artık, yorgunsunuz. Hem yarın erken kalkmak gerekiyor, köye harman makinesi gelecek, komşunun yığınlarının buğdayla samanı ayırma işi var, dedi.
İlk defa gördüklerimiz ve gezdiğimiz yerler bizi bayağı yormuştu. Kardeşimle hiç itiraz etmeden yatmaya gittik. Gece yarısı ara ara komşumuz Bayram Dayı’nın köpeği Çomar’ın sesini duydum. Sanki kendi evleri ile bizim evin bekçiliğini yapıyor gibiydi. Kafamı kaldırıp, yatağın yanındaki pencereden dışarıya baktım. Her yer karanlıktı. Daha bizim köye elektrik gelmemişti o zamanlar… Sadece ay ışığı aydınlatıyordu ortalığı. Uykuya ne zaman yenik düştüm, bilmiyorum. Saat kavramı yoktu bizim köyde. Güneş doğarken kalkılır, güneş batarken, evlerin yolu tutulurdu.
Uykumuzun belki de en derin yerinde, odamızın kapısı kırılır gibi büyük bir gürültü ile açıldı. Dedem elinde bir tüfekle, paldır küldür içeri daldı. Neredeyse üstümüzden atlayarak camı açtı ve iki el ateş etti. Bir yandan da tüm gücü ile “Yangın var, yangın var!” diye bağırıyordu. Oradan diğer cama atladı. Yine iki el tüfek sesi, arkasından aynı bağırmalar… Ne olduğunu anlayamadık. Korkumuzdan ayağa fırladık. Yangın neredeydi? Yanıyor muyduk? Yansak alevler olmaz mıydı? En azından dumanı, kokusunu hissetmez miydik? Her yer neden karanlıktı? Dedem, o anda bizi nasıl korkuttuğunu düşünecek halde değildi.
–Çabuk hazırlanın, gidiyoruz, dedi.
–Dede yangın nerde? Nereye gidiyoruz, dedim.
–Yığınlar yanıyor kızım! Köylünün buğday yığınları yanıyor, dedi.
Başka bir şey soramadım. Dedem önümüzde yürümüyor, koşuyordu sanki. O önde, babaannem ve biz arkada harman yerine ulaştık. Sanki bütün köy oradaydı. Bu kadar insan, elektriğin, telefonun olmadığı bir yerde dedemin gayretiyle yangından haberdar olmuş kısacık bir sürede burada toplanmıştı. Anlaşılır gibi değildi. Her yer karanlıkken, harman yerleri alevlerin ışığı ile aydınlanıyordu. Herkes panik halinde koşturuyordu. Kimi su getiriyor, kimi yangının henüz ulaşmadığı buğdaylarını kurtarmaya çalışıyordu. O arada kenarda oturmuş, ağlayan birkaç kadın dikkatimi çekti. Elleriyle dizlerini dövüyorlardı. Yandaki büyük taşın üstünde yaşlı bir adam, sıkıca kavradığı kasketini kaybetmekten korkar gibi göğsüne yapıştırmış, sonuna kadar açılmış gözleriyle kurtaramadığı buğday yığınına bakıyordu. “Gitti!” diyordu. “Onca emeklerimiz boşa gitti.” O sırada yavaşça dedeme yaklaşan Bayram Dayı ilişti gözüme. “Muhtar!” dedi. “Sen bizi uyandırmasaydın hiç haberimiz olmayacaktı.”
O gece sabaha kadar hiç kimse uyumadı.
Güneş yavaş yavaş tepede yükselirken felâketin boyutu çıktı ortaya. Daha dün akşam burası, sapsarı başaklı buğday yığınları ile dolu iken, yüzlerin mutlulukla ışıldadığı bir yerdi. Bir gecede her şey yanmış, kapkara bulutlar tüm yürekleri sarmış, hayâller, umutlar yıkılmıştı.
(Avrasya Akademi Online Kuray Hikâye Atölyesi, Mart 2020)
UMUDA ÇEVİR YÜZÜNÜ
Bugün Pazar. Dün akşam, “Yarın erken kalkmam gerekmiyor.” diye düşünüyordum. Ama gel de sen bunu kurulmuş saat gibi kapımın önünde bekleyen iki kedime ve yatağın ayak ucunda kalkmam için homurdanan köpeğime anlat. Her ne kadar duymazlıktan gelsem de bu defa patileri ile kolumu, bacağımı tırmaladığı için mecburen kalkmam gerekti…
Balkona çıktım. “Oh! Mis gibi hava” diyerek temiz havayı ciğerlerime çekip yaşadığımıza bir kez daha şükrettim. Bahçedeki erik ağacımın çiçek açtığını “Bugüne kadar nasıl fark etmedim?” diye kendime şaştım. Kuş sesleri daha mı fazlaydı bugün, yoksa bana mı öyle gelmişti? Önce kapıda sabırsızlıkla bekleyen kedilerin mamalarını verdim. Merdivenlerden aşağıya inerek köpeğim Kira ile kısa bir gezintiye çıktım. Korona salgını yaşamı tehdit ettiği günden beri hayatımıza dair bir sürü yasaklar gelirken, Allah’tan henüz kısa yürüyüşlere çıkabilme imkânımız vardı.
Bizden üç ev ilerde, tam dondurmacının karşısında, iki katlı evin önündeki kırmızı boyalı banka oturmuş, dalgın dalgın düşünürken gördüm Ayşe Teyze’yi. Eşini seneler önce bir trafik kazasında kaybetmişti. İki oğlunu da evlendirince yalnız yaşamaya başlayan Ayşe Teyze, güler yüzlü ve hoş sohbet birisi olduğundan herkes gibi ben de severdim. Her karşılaştığımız da ayak üstü de olsa konuşurduk, onun da beni sevdiğini bilirdim. Öyle dalgın oturduğunu görüp te “Yanına uğramadan, geçip gitmek olmaz!” diyerek yanına yaklaştım.
–Hayırlı sabahlar Ayşe Teyze! Nasılsın, diye seslendim.
–Hayırlı sabahlar kızım, çok şükür bu günümüze! Ben iyiyim de canım çok sıkılıyor be kızım.
– Kötü bir şey yoktur inşallah!
–Yok, yavrum yok! Ama çocukları, torunları çok özledim. Şu Korona mı, her neyse yavrularıma hasret kaldım.
–Haklısın teyze, ama bu kötü günleri atlatabilmek için hep birlikte sabretmemiz lâzım, onlar senin iyiliğini düşündükleri için gelemiyorlardır. Bir şeye ihtiyacın olursa ben yine uğrarım, sen üzme kendini, dedim ve oradan ayrıldım.
Ayşe Teyze’ye