Анонимный автор

Kardeş Sesler 2020


Скачать книгу

boğazımda takılıp kalan yumrular engel oluyordu. Sevdiklerime ulaşamayıp, onlara sarılamadıktan ve hatta duygulandığımda ağlayamadıktan sonra özgür olmanın ne anlamı vardı ki? Açık hava hapishanesinde gibi hissediyordum kendimi. Hep tedirgin ve bendeki beni tamamlayamayan eksik bir yanım vardı. Yarın ne olacaktı? Acaba sonraki günler de bizi daha neler bekliyordu?

      Aslında evcimen biriydim, evimde olmak beni o kadar rahatsız etmiyordu. Ama dışarı her çıkışımda kapanan kepenklerin, çoğu boş geçen belediye otobüslerinin, ıssız yol ve çocuk bahçelerinin, eczane önündeki aralıklı sıralanmaların daha da arttığını gördüm. Felâketin soğuk nefesini her gün ensemde hisseder oldum. Evet, korkuyordum. Babamı, sevdiklerimi bir daha görememekten, yavrularıma bir daha sıkıca sarılamamaktan, onları doyasıya öpüp koklayamamaktan korkuyordum. Boşa geçirdiğim her dakikanın hesaplaşmasını yapıyordum kendimle. Üzdüğümden çok üzüldüğüm, kırdığımdan çok kırıldığım, ağlattığımdan çok ağladığım o zamanları keşke geri getirebilseydim. Ya da ileriyi daha iyi görebilseydim…

      Hayatı boyunca özgürlüğü savunan ben, kafese kapatılmış bir kuş gibiydim. Basbayağı tutukluydum işte… Öyle veya böyle, insanın kendi kendisiyle hesaplaşacağı gün de geliyordu demek.

      Başımı kaldırıp, masmavi gökyüzüne baktım. Dün kara bulutlarla kaplanan gökyüzünde, bugün güneş sıcacık kolları ile etrafa âdeta umut saçıyordu. Kafamı, bu zamana kadar gömdüğüm kumlardan çıkarmaya karar verdim. Belki evde tutukluydum, belki bir süre sevdiklerime dokunamayacak, onları koklayıp, öpemeyecektim. Ama biliyordum ki ben iyi olursam sevdiklerimde iyi olacaklardı, ben onlara ihtiyaçları olan enerjiyi, umudu verebilirdim. Belki de yeniden sevmeyi öğrenerek, affedebilmenin erdemine erişeceğimiz gün, bu gündü. Bir sokak çocuğunun başını okşadığımızda, o ışıl ışıl bakan gözlerindeki ışık, sokakta aç ve susuz kalmış can dostlarımıza vereceğimiz bir tas su, bir lokma ekmek bize merhametli olmayı yeniden öğretebilirdi.

      Herkesin hayatı zaten zor geçerken, şu Korona denen salgının benim ruhumu da esir almasına izin veremezdim…

      (Avrasya Akademi Online Kuray Hikâye Atölyesi, Nisan 2020)

      GEÇMEYEN GEÇMİŞ

      Kahvemi alıp balkondaki sallanan koltuğuma doğru ilerlerken güneş de aydınlatıcı sıcaklığını toplayıp, yavaş yavaş tepelerin arkasında kaybolmaya başlamıştı. Tatlı bir kızıllık kaplamıştı ufku. Ne kadar huzur vericiydi bugün her şey. Güneş, çocuklar ve torunlar… İşte tam da benim aradığım buydu.

      Elimdeki kahveyi koltuğun yanında duran sehpaya bırakarak oturdum. Derin bir iç çekerek, elimdeki son yazdığım notlara bir göz attım.

      “Başardım, evet ben, bunu da başardım.” diye kendi kendimle bir kez daha gurur duydum. Bugüne kadar hiçbir işten zor diye kaçmamış, “Ben bunu yapamam.” dememiştim. Sorumluluklarımın her zaman bilincindeydim. Aldığım tüm kararların ve verdiğim sözlerin arkasında durarak bugünlerime kavuşmuştum.

      Duygu ve düşüncelerimin tam dokunaklı bir noktasında bir ses duyarak geri döndüm. Yedi yaşındaki torunum Işıl’ın, elinde gelinimin hazırlamış olduğu tabaktaki meyveleri düşürmekten korkarcasına dikkatli adımlarla bana doğru yaklaştığını gördüm. Bütün gün dışarda oynadığından kızaran yüzünü tatlı bir gülümseme kaplamıştı. Tabağı elinden aldım, masaya bıraktım. Kollarımı açarak:

      “Sarıl bakalım babaanneye!” dedim. Gelip kollarıma bıraktı kendini, sarıldım sıkıca, öptüm kokladım. Ne güzel de kokuyordu yavrum, tıpkı yeni açan bir çiçek gibi! Yavaşça başını kaldırdı, o adı gibi ışıl ışıl bakan gözlerini gözlerime dikti.

      “Babaanne! Çok mu yoruldun? Babam dedi ki: Sen dün gece çok az uyuduğun için bugün seni yormayacakmışız.”

      Kucağımda, merakla benden gelecek cevabı beklediğini fark ettim. Elini avuçlarımın içine alarak bir daha öptüm.

      “Ben iyiyim yavrum, merak etme!” dedim. Gözleri parladı.

      “O zaman bana senden bir hikâye anlatır mısın babaanne?”

      “Tabii ki anlatırım yavrum, gel şöyle yanıma otur bakalım.”

      “Bundan seneler önce okulunu çok seven, büyüdüğünde öğretmen olmak isteyen bir kız varmış. Ortaokulun sonunda ailesi çok uzakta olduğu için okulunu bırakıp, yabancı ülkede yaşayan ailesinin yanına gitmek zorunda kalmış. Yabancı dil de bilmediğinden okulunu tamamlayıp öğretmen olamamış. Senelerce bunun üzüntüsünü gittiği her yerde yüreğinde taşımış. Evlenmiş, çocukları olmuş. Bundan sonra kendini çocuklarına adamış. Öğrencilerine öğretmek istediği her şeyi çocuklarına öğretmiş. Onların ellerinden tutup, bazılarının şaşırarak, bazılarının tebessümlü bakışları altında, ana vatanından uzak bir ülkede el ele gezerken sesli sesli ülkemizin marşlarını söyletmiş. Yüreğinden koparamadığı memleket aşkını, kültürünü, öğrenme ve öğretme duygusu ile birleştirip çocuklarına yaşatmak istemiş. Günler günleri, aylar ayları kovalamış, zaman su olup akmış. Yaşadığı tüm zorlukları, önüne çıkarılan tüm engelleri korkmadan, umudunu kaybetmeden ve asla vazgeçmeden atlatmayı başarmış. Ama içindeki okuma, yazma isteğini hiç kaybetmemiş. Ortaokulda başlayıp, evlendikten sonra uzun bir süre ara verdiği şiir dünyasına dönmüş yeniden. Yazmak, daha çok yazmak istemiş. Geçmişini unutmak istemediği gibi, çocuklarına ve gelecek nesillere bir ışık, bir iz bırakmak istiyormuş.”

      “Kızım, bana bir bardak su getirebilir misin?”

      Işıl’ım koltuktan atlayıp mutfağa doğru koşarken, ben de gözümde biriken yaşları siliyordum. Döndüğünde uzattığı sudan birkaç yudum alarak kaldığım yerden devam ettim.

      “Bir gün birkaç arkadaş toplanıp şehir kütüphanesine kültürel bir gezi düzenlemişler. Çok ilgisini çekmiş gördükleri. Dünden ve bugünden birçok eserlerin duvarlarda sergilenmiş olduğunu görmüş. Ama en çok dikkatini çeken şey “Avrupa’daki Göçmen Türkleri” anlatan küçük bir bölümmüş. Dakikalarca başından ayrılamamış, en küçük noktasına kadar okumuş. Bir boşluk hissetmiş içinde. Bir eksiklik duymuş hayatında. Bugüne kadar hayatı hiç sorgulamadığını düşünmüş. Bir şehir kütüphanesinin küçücük bir duvarına sığdırılmış bu hayatları merak etmiş ve bir şekilde bu hayatlara ulaşıp onların geçmişlerine dokunabilmeyi istemiş. Birkaç yazı denemesinden sonra bırakmış, başaramamış. Çünkü eğitimine devam edemediği için yeterli birikimi yokmuş. İşte, tam bu boşlukta tanışmış “Kuray Yazarlık Atölyesi” ile. Fazla düşünmeden katılmaya karar vermiş. Çünkü beyni öğrenmeye, bilgiye açmış hâlâ, amacına ulaşabilmek, o insanların hayatlarına bir nebze olsun dokunabilmek için önce bilgiye doyması gerekiyormuş. Titiz bir çalışma ve öğretmenleri sayesinde çok güzel yazılar yazmaya başlamış. Kelime dağarcığı ile bilgi hazinesi de büyüdükçe büyümüş. Yazıları bulunduğu bölgenin sınırlarını aşarak Türkiye dahilinde de aranılıp, en çok okunan eserler arasında yerini almış. En son Avrupa’daki göçmenleri anlatan kitabı “Geçmeyen Geçmiş” kütüphanelerde yerini alırken, her evde de okunan bir kitap olmuş.

      Sonunda amacına ulaşabilmenin, gelecek nesillere dünden ve bugünden bir ışık bırakabilmenin mutluluğunu yaşamış.”

      Sözümü burada noktalayıp beni pür dikkat dinleyen torunuma sevgiyle sarıldım tekrar. Başını kaldırıp, yüzüme baktı, uzanıp o bembeyaz, masum elleri ile gözümdeki iki damla yaşı sildi.

      “Babaanne, ağlama sakın!” dedi.

      O