Ertuğrul Karakuş

Bir Hilal Uğruna


Скачать книгу

denince; Rize’nin Kalkandere’si gelmeli akla… Gelmeli ki, birbirinin aynısı bu iki güzel belde arasındaki ünsiyet bilinsin…

      Kalkandelen denince; yüzyıllar boyunca Varna’dan, Zigetvar’dan, Ciğerdelen kalesinden, Plevne’den, Serez’den, Edirne’den, Çanakkale’den, duyduğu her mehter marşının peşinden, “İnnâ fetehnâ leke fethan Mübînâ…” müjdesine şehit veya gazi olmak için koşan binlerce isimsiz kahraman gelmeli aklımıza…

      Bunlar ve daha niceleri gelmeli ki aklımıza, bu şahsiyetli şehir “bizim” olsun…

      Kalkandelen’li Mürtezan, mehterin sesine, Rabb’inin müjdesine tereddütsüz koşanlardan oldu…

      Kumanova’da, Serez’de ve Çanakkale’de din gayretiyle savaştı…

      Anlı şanlı zaferler de gördü, ibretlik mağlubiyetleri de…

      3 çocuğu var idi… Hepsi de göz nuru… Raif adlı ciğerparesi, o Serez’deyken vefat etti…

      Raif adlı ciğerparesi…

      Serez’de iken ciğerlerinden hastalandı ve bir süre evine dönmek zorunda kaldı… Hasta ciğerleri için dönmüştü, ama kalbi ve aklı cephede idi…

      İyileşir iyileşmez hemen “gönüllü olarak” Çanakkale’ye gitti…

      Yıllar sonra torunları “Ata! mecbur değildin, ne için gittin Çanakkale’ye?” diye soracak olsa, cevabı gayet net ve anlamlı idi:

      “ ‘Bir gün Osmanlı bu topraklara yeniden gelecektir!’ umuduyla gittim… Sadece beklemekle olmaz, gayret etmek lazım…” derdi…

      Yara almadan döndü savaştan… Ama yüreğindeki görünmez yaraların haddi hesabı yoktu…

      Sürekli çevredeki silah arkadaşlarıyla görüştü… Gostivar’dan, Prizren’den silah arkadaşları… Her biri birer kahraman olan silah arkadaşları… Gönlüne dostluk ateşi düşünce, yaya olarak giderdi Prizren’e… 80 yaşında ve yaya…

      “Otobüsle gitsen olmaz mı Ata?” derdi torunları.

      “Otobüse binmem, Prizren hemen şu dağın arkasında!” derdi. Nasıl olsa, cepheden cepheye, Kumanova’dan Serez’e, Serez’den Çanakkale’ye koşmaya alışmıştı cennetlik ayakları… Sırtını Kalkandelen’le aynı dağa yaslayan güzelim Prizren için otobüse binilir miydi hiç!

      Gazi Mürtezan, sık sık “Kurşunlar başımızın üstünden geçerdi…” derdi…

      “Yatın! Kalkın! İleriii!” gibi nidâlarla sık sık ağlar idi…

      “Çook ölü gördük, çook…” derdi…

      Koca Seyit’in, askerlerin “Yarım Dünya” yakıştırmasını yaptığı dev savaş gemisini suya gömüşünü anlatırdı heyecanla… “O benden daha yiğitti!” derdi, yüzünde acı bir gülümsemeyle…

      Kumanova’da, Serez’de, Çanakkale’de hafızasına işleyen barut kokularının inadına, çiçekleri çok severdi Gazi Mürtezan… Kalkandelen çiçekleri, özellikle de papatyaları, şehit kanlarını hatırlatmaz mı bakmasını bilene!…

      Gostivar’ın köylerinden bir gazi arkadaşının hayatını kurtarmış idi Allah’ın izniyle… Rıfat Çavuş idi bu arkadaşının adı. “Mürtezan öyle bir kahramandı ki, bu adama sanki kurşun işlemezdi… Adeta deli gibi cesurdu!…” derdi… Hayırla yâd edilmek ne güzel!

      Cephelerdeki hain kurşunlar bir şey yapamadı ona… 94 yaşında bir çivi paketini taşırken yaralandı ve vefat etti Kalkandelen’li Gazi Mürtezan…

      1961’de 94 yaşında vefat etti… Eskilerin tabiriyle, haddini 31 yıl aşmış olarak!…

      Varlığıyla müşerref kıldığı mezarı Kalkandelen’de…

      Mezar taşının yazısı yok…

      İnşallah, cennete “irtihâli”nden 55 yıl sonra, yaşadığı dopdolu hayatla ilgili edinebildiğimiz birkaç bilgi kırıntısıyla yazdığımız bu kelimeler, Kalkandelen’li Gazi Mürtezan’ın mezar taşı yazısı yerine geçer…

      Ve tıpkı bir mezar taşı şahidesi nasıl insanın yaşadığına ve ne kadar yaşarsa yaşasın fânîliğe mahkum olduğuna şahitlik ediyorsa, bu kelimeler de Gazi Mürtezan’ın fedâkârlıkla dolu hayatını hem Kalkandelen’li gençlere, hem de tüm Evlâd-ı Fâtihân gençlerine şahit ve örnek kılar…

      Allah (c.c.) Kalkandelen’li Gazi Mürtezan’dan ve silah arkadaşlarından, yaşadıkları günler ve kıyamete kadar geçecek günler adedince razı olsun…

      Bir medeniyet şehrimiz olan “Kalkandelen” anıldığında, Kumanova, Serez ve Çanakkale gazisi ve örnek alınması gereken bir kahraman olan “Ata”mız Mürtezan akla gelmeli…

      Gelmeli ki, bu topraklar “bizim” olsun…

      3. BALKAN’DAN ANADOLU’YA ŞEHİTLİK VE GAZİLİK KÖPRÜSÜ

ÜSKÜP’LÜ GAZİ İSLÂM

      Âlem-i İslâm tehlikede olur da Üsküp’lü İslâm “Neme lâzım!” der mi?

      İki kardeşiyle birlikte düştü yola…

      Manisa’lı(Saruhan) Yiğit Paşa, Bolu’lu Mehmet, Babaeski’li Bilal, Kızılcahamam’lı Hasan Üsküp kalesinin fethi için nasıl yola düştüyse beş yüz sene evvel, işte öyle düştüler yola…

      Paşa Yiğit Bey’in “İmar edesün!” emrini aldıktan sonra Üsküp kalesinin kıble tarafına bina etmeye başladığı Gazi Üsküp’ten Peygamber müjdeli İstanbul’un fethine 460 yıl önce nasıl gittiyse Üsküp’lü yiğitler, işte öyle gitti genç İslâm…

      Üç canını birden bir kutlu müjdeye gönderen annesinin babasının duasıydı üç beş parça ekmekten başka yanına alabildiği…

      Cepheden cepheye koştu…

      Sıra dağlar gibi durdu sancağın arkasında…

      Beş dakika sonra irtihal edeceğini, ebedî âleme yükseleceğini bile bile gözünü kırpmadan hücuma kalkan yiğitleri gördü…

      İşte o yiğitlerden bir yiğit de kendisi oldu…

      Göz bu ya!… İyiyi de görür kötüyü de… İnsan bu ya! İyisi de var kötüsü de… Hayat bu ya! Dostu da var düşmanı da… Âmennâ! Hepsi olacak hayatta…

      Amma en kötüsü “dost postunda düşman!” Değil mi?

      Her kahramanlığı hesap gününe sakladı Gazi İslâm… Çok şey anlatmadı Çanakkale’den… Amma, yiğidin harman olduğu Çanakkale’den bir sahneyi hiç unutmadı… Hep anlattı…

      Belki de yedi nesil torunları dostu düşmanı bilsin diye…

      “Satık komutan! vardı evlatlar!” derdi. “Satık komutan!

      “Sûreti müttefik, sîreti satık komutan…” Yüze gülen, sırttan vuran…

      “Düşman denizden karaya çıkmadan siperden çıkma emri verdi. Birçok vatan evladı bu emre uydu. Siperden vaktinden önce çıkarak şehadet şerbetini içti…”

      Yunus’un tabiriyle;

      “Bu dünyada bir nesneye yanar içim, göynür özüm, Yiğit iken ölenlere, gök ekini biçmiş gibi…”

      “Hakk’ın vadettiği günler” geldi…

      Hak geldi batıl zâil oldu… Zafer Mehmetçik’in