Ekrem Barak Arıkoğlu

Helete Bizim Memleket


Скачать книгу

yayılan yayıktaki tereyağından yağlı dürüm yapılır bazlamayla. Hızlı davranmalı ve taze yağı eritip dökmeden aşırmalısınız bazlamayı. Bazen de yağ bazlamaya sürülür eriyip akması böylece önlenmiş olurdu. Yağlı bazlama çocukluğumuzun unutulmaz damak tatlarındandır.

      Dedelerimiz, babalarımız zamanında köylerde karın doyuracak ekmek bulamazmış. Çok şükür ben o kadar yokluğu yaşamadım fakat ekmeğin lezzetini bilirim. Gilgil, yulaf, arpa ekmeği de yapılırmış buğday yoksa. Arpa, gilgil kılçıklı olduğundan boğazdan kolay geçmezmiş ekmeği. Ben nohut ekmeği yedim. Nohut çoksa öğütülür unundan ekmek yapılırdı. Hamurunu açmak kolay değildi fakat ekmeği o kadar güzel kokardı ki… Mısırın hamuru açılmaz, dağılır o yüzden ancak kalınca bazlaması olur.

      Kışın köyde olduğumuz zamanlarda Ese Emmimin fırınından açık ekmek alırdık sabah kahvaltısı için. Köyün tek fırını olduğundan hep kuyruk olurdu. Sıra beklerken Ese Emmimle muhabbet ederdi herkes. Allah rahmet eylesin keyifli, güzel bir insandı. Ekmeği gazetenin içine koyar koymaz kenarından koparırdım. Tırnaklanmış pidenin kenarı daha iyi piştiğinden çok daha lezzetliydi. Canınızın istediği kadar yerseniz eve varıncaya kadar ekmeğin yarısı biteceğinden o kadar da yiyemezdik. Kenarından tırtıklayacak kadar…

      Somun icat olduktan sonra arası açılarak bulgur pilavı somunun içine doldurulur, kocaman dürüm edilerek yenilir oldu. Evde pişirilen taze ekmekler birkaç saat içinde gevreyeceğinden üzeri hafiften ıslatılarak yumuşatılır, buna “ekmek sulamak” denir. Sulanan ekmekle bulgur pilavını “sokum ederek” yersiniz. Türk yemekte ekmek yemeden karnı doymaz. O yüzden ekmek, yediğimiz buğdaydan yapılan yiyeceğe ad anlamının yanında “yemek” anlamına da gelir.

      Yozgat’a veya Kırşehir’e mal edilen yaşanmış bir olay vardır. Bir çiftçi hanımıyla birlikte tarla biçerken küçük çocuğun önüne tabakla süt koymuşlar. Çocuk bir yandan ekmeğini atıştırıp kaşıkla da sütten içiyormuş. Bir yılan gelerek tabaktaki sütten içmeye başlamış. Çocuk elindeki kaşıkla yılanın kafasına vurarak; “Ekmanen ye! Ekmanen!” diyormuş. Bu olayda yılanla yemeğini bölüşme kültürü yanında, “ekmek yemezsen karnın doymaz.” gerçeğinin dile gelişi de vardır.

      Sibirya’dan Doğu Türkistan’a kadar Türkistan’ın çok yerini görünce ekmek davasının biz Anadolu’daki Türklerle ilgili olmadığını anladım. Müslüman olmayan Sibirya’daki Tuvalar, Hakaslar arasında da Müslüman Kırgızlar, Uygurlar arasında da ekmek kutsaldı ve çok kıymetliydi. Yere düşen ekmek hemen alınıyor, sofrada ekmeğin sırt üstü konulduğunu gören herkes düzeltiyordu. Herhangi bir Kırgız evinin yakınından geçerseniz mutlaka durup evden çıkıp size ekmek ikram eden kişinin ekmeğinin kenarından bir ısırımlık da olsa koparmak zorundasınız. Yoksa ev sahibine hakaret etmiş sayılırsınız. Doğu Türkistan’da adım başı taze ekmek fırınlarıyla karşılaşırsınız. Doğu Türkistan’daki Uygur kardeşlerimizin ekmekleri de en az çocukluğumda yediğim ekmekler kadar lezzetliydi. Allah kimseyi açlıkla, ekmeksizlikle sınamasın. Hamdolsun şu anda ülkemizde açlık yok ama Afrika başta olmak üzere dünyanın pek çok yerinde insanlar karınlarını doyuracak ekmek bulamıyor. Dünyada ekmek israfının önüne geçilse yeryüzünde açlık sorunu ortadan kalkar. Ekmek nimetinin kıymetini bilip şükrederek israftan kaçınmalıyız.

      TADI DAMAĞIMDA KALANLAR

      Beş altı yaşlarımda olmalıyım. Babam Almanya’da. Anamla beraber birkaç kez Çetindere, Çukuryurt, Cafo yaylalarına göçtük amcamlarla birlikte. Dağlar ne kadar yüksek, küçük düzlükler ova gibi görünürdü gözüme. Kadınlar erkenden kalkar ilk iş olarak deri tulumdan yapılmış yannık (yayık) yayarlardı. Sabah pınarın soğuk suyu yannığın içine doldurulur sonra da şişirilip ağzı bağlanır, dizinle döv Allah döv. Bizim için yannığın bir an evvel “olması” önemliydi. Yayığın olması demek yoğurttaki yağla ayranın birbirinden ayrılması anlamına geliyordu. Analarımız yannık olduktan sonra yağlı dürüm verirlerdi çünkü. Sıcak bazlama arasına sürülen taze tereyağı dünyanın en lezzetli yiyeceğiydi şüphesiz.

      Ortaokuldayım, 75-77 yılları. Babam yazları boş kalarak haylazlık yapmayayım diye çobanlık yaptırırdı. Bir yıl kırk kadar oğlak yaydım, başka bir yıl bir ineğimiz ve düvesi vardı onları otlattım. İnekle düveyi erkenden önüme katardım ver elini Çay. Öğleye doğru öyle bir sıcak olurdu ki bunalırdım. Beni asıl bunaltan sıcak mıydı yalnızlık mıydı bilmiyorum.

      Öğle vaktinin gelmesini iple çekerdim. Çünkü Yeter Ebem (Babaannem) öğle vakti olunca bize gel diye tembihlemişti. Ebemgilin haymaları (dallardan yapılmış barınak) Gala’nın karşısında Çay’ın üst tarafındaydı. Öğleye doğru ineği ve düveyi önüme katar ebemin yanına giderdim. Ebem, haymada ben dinlenirken çalıların arasına gider, folluğu bıraktığı yerden bir yumurta getirirdi. Tavada tereyağını erittikten sonra üzerine yumurtayı kırardı. Yanına bir de taze ekmek verirdi. O kadar lezzetli yumurtayı dünyanın hiçbir tavuğu yumurtlamıyordu herhalde…

      DOMATES

      Hacılarlı Ömar Amcayı Rahmetle Anarak

      Domates Amerika’nın keşfinden sonra dünyanın başka yerleriyle tanışmış meyvelerden biri. Fakat diğer meyvelere göre en ücra köylere kadar ulaşması zor olmamış zaman içerisinde. Gerek lezzeti ve besleyiciliği gerekse kolay yetiştirilebilirliğinden dolayı fakirin sofrasına da kolayca girmiş. Domates üzerine yapılan çalışmalardan başta kanser olmak üzere pek çok hastalığın önleyicisi olduğu da ortaya çıkarılmış.

      Bizim Helete’de benim çocukluğumdan beri tarlası bahçesi olmayanlar bile başkasına muhtaç olmayalım diye birkaç karık domates dikerlerdi komşunun veya akrabanın tarlasına, bahçesine. Biz de köyün hemen yanı başındaki Hacılarlı Ömer Amcanın bahçesine dikerdik. Bahçe sabahın erken vaktinde veya akşam serinliğinde sulanmalıdır. Karıklara su bırakılıp toprağın suyu emerken çıkardığı keyifli hışırtıyı duyarsınız sessizce dinlerseniz. Bahçede bir yerlerde çıkınlanmış vaziyette tuz mutlaka bulunur. Güneşin doğduğu vakitlerde yazın sıcak günlerinde de olsa dalında domates adeta buzdolabından çıkarılmış gibi serindir. Biz çocukken kocaman kıvrımlı domatesler daha çoktu. Şimdilerde çeşitleri arttı. Domateslerin bazıları da pembe renkli olurdu. Ben bu pembe renkli domatesleri koparıp yemeyi severdim. Dalların arasında, kocaman pembe renkli domatesi elinizle koparıp pantolonunuz veya kolunuza silersiniz, iki elinize alıp ortadan ayırırsınız, sonra bir de çaprazlamasına. Bunu yaparken suları akar, küçük küçük tomurcuklanmış sular görünür içinde. Çıkınınızdaki tuzdan üzerine serpiştirirsiniz. Orta boy bir domates açlığınızı yatıştırır. Burada en güzel şey burnunuza gelen taze domates kokusudur. Dallardan elinize sinen domates kokusu yıkayıncaya kadar gitmez, damağınızdaki domates tadı da. Şimdinin hormonlu domateslerine hiç benzemeyen, bahçemizde dalından kopardığımız domatesler dünyanın en güzel lezzetlerinden biriydi. Çocukluk alışkanlığımızla büyüyünce de domatesi mevsiminde bolca tüketmeye devam ettik.

      Biz Türk insanın çoğu gibi haftalık meyve sebze ihtiyacımızı semt pazarımızdan karşılarız. Ankara Eryaman’da bizim Cuma pazarımız vardır. Yaz aylarında her hafta yaklaşık altı yedi kilogram, iki çeşit domates alırız. Biri nispeten daha ucuz olan yemeklik diğeri salata yapmak için daha iyicesi. Birkaç ay öncesine kadar domatesin fiyatı bir lira civarlarında dolanıp dururdu. Evlendiğimiz zamandan beri pazara ya eşimle birlikte gideriz veya ben yalnız. Geçen hafta otuz yıldan beri olmayan bir şeye şahit oldum. Sabah bir göz attım evin yirmi metre ilerisindeki semt pazarına. Normal kalitedeki domatesin fiyatı beş lira idi. Alış verişimizi güneş batınca serinlikte yaparız. Sabahleyin