Неизвестный автор

Binbir Gece Masalları


Скачать книгу

başına geleceklerden haberi yokmuş. Yaşlı adam yükselme düğmesini çevirmiş ve atın sağrısı havayla dolup denizdeki bir dalgaymışçasına öteye beriye savrulmuş. At havaya yükselip uçmaya başlamış ve şehirden uzaklaşıncaya dek de yavaşlamamış.

      Bunu gören Şems El-Nahar sormuş:

      “Hey, sen! Hani beni prense götürecektin? Bana seni onun gönderdiğini söylemiştin, ne oldu?”

      “Allah o prensin belasını versin! O kötü ve hilekâr bir adam!”

      “Yazıklar olsun sana! Ne cüretle efendinin emirlerine karşı gelirsin?”

      “O benim efendim falan değil. Ben kimim biliyor musun?”

      “Bana anlattığından başka bir şey bilmiyorum seninle ilgili.”

      Yaşlı adam devam etmiş: “Sana söylediklerim seni ve kandırmak içindi. Üzerine bindiğimiz bu at için uzunca bir zamandır yas tutuyordum. Onu ben yaptığım için sahibi benim. Tıpkı senin de sahibin olduğum gibi… Onun canını yakacağım, çünkü bana dayanılmaz bir acı yaşattı. Bir daha bu ata asla sahip olamayacak. Asla! Şimdi uslu dur ve sakın ağlama. Bilmen gereken şey şu ki ben senin için ondan daha iyi bir kısmetim. Cömert olduğum kadar zenginim de… Kölelerim ve hizmetçilerim sana kendi hanımları gibi bakarlar. Sana en güzel giysileri giydiririm ve her istediğine sahip olursun.”

      Bu sözleri duyan genç kız dövünerek şöyle demiş:

      “Vay benim kadersiz başım! Sevdiğimi kazanamadığım gibi ailemi de kaybettim!”

      Sonra başına gelenlerden dolayı acı gözyaşları dökmeye başlamış. Bu hâlde uzunca bir süre yolculuğa devam etmişler; ta ki yeşil çayırların ve güzel ırmakların olduğu Rum diyarlarına gelinceye dek… Burası, çok kudretli bir kralın şehrinin yakınlarındaymış. O gün de kral avlanmaya ve eğlenmeye çıkmış. Tam da çayırın oradan geçerken İranlıyı ve yanındaki atla birlikte genç kadını görmüş. Bilge hiçbir şey anlamadan kralın adamları onu, prensesi ve atı, krala götürmüşler. Adamın çehresindeki çirkinliği ve kadındaki güzelliği gören kral sormuş: “Bu yaşlı adam senin neyin olur kızım?”

      Yaşlı adam aceleyle cevap vermiş: “Bu hanım benim karım, aynı zamanda amcamın kızıdır.”

      Genç kadın araya girmiş: “Ey kralım, ben bu adamı tanımam etmem. İddia ettiği gibi karısı da değilim. Bu adam hileyle beni kaçırmış hayırsız bir sihirbazdan başkası değil!”

      Bunun üzerine kral, yaşlı adamı dövmelerini emretmiş. Onu öyle bir dövmüşler ki neredeyse ölecekmiş. Sonra da adamı hapse atmışlar. Kendisi de genç kadını ve abanoz atı götürmüş. Genç kadını haremine, atı da ahıra, diğer atların arasına yerleştirmelerini emretmiş.

      Bilgeyle prenses bu vaziyetteyken Prens Kamer El-Akmar, seyahat etmek üzere giyinmiş ve ihtiyacı olan parayı da yanına alıp büyük bir üzüntüyle onların peşinden yola çıkmış. Ülkeler, şehirler dolaşmış ve abanoz atı soruşturmuş. Atın hikâyesini duyan insanlar büyük bir hayrete kapılmış ve prensin saçmaladığını düşünmüşler. Böylece uzun bir zaman geçmiş. Maalesef bütün araştırmalarına rağmen sevdiği kadına dair hiçbir haber alamamış. Nihayet kızın babasının şehri olan Sanaa’ya varmış ve onu sormuş. Fakat kimse ona ne olduğunu bilmiyormuş. Hükümdar kaybettiği kızının ardından hâlâ yas tutuyormuş. Böyle böyle dolanarak sonunda Rum ülkesine varmış. Yaşlı adamı ve prensesi burada da sorup soruşturmuş. Bir gün bir handa tüccarlarla oturup sohbet eden bir adama denk gelmiş ve onun şöyle dediğini duymuş:

      “Hey millet, öyle hayret verici bir olaya şahit oldum ki anlatsam inanmazsınız!”

      Arkadaşları sormuş: “Ne gördün?”

      Adam, “Falanca şehirde filanca kasabayı ziyaret ediyordum ve orada bulunan insanların, başlarına gelen tuhaf bir olaydan bahsettiklerini duydum. Bir gün kralları birkaç soylu ile birlikte avlanmaya çıkmış. Şehrin dışında yeşil bir çayırlıkta, abanozdan yapılma bir at ve genç bir kadınla beraber yaşlı bir adam görmüşler. Adamın çirkin bir suratı, şekilsiz bir vücudu varken kadın güzeller güzeli bir zarafet abidesiymiş. Tahta at ise gerçek bir mucizeymiş. Bugüne kadar hiç kimse onun kadar iyisini görmemiş.” demiş.

      Diğerleri sormuş: “Peki kral onlara ne yapmış?”

      “Kral, adama, genç kadınla ilgili sorular sormuş. O da kadının karısı ve amcasının kızı olduğunu iddia etmiş. Fakat kadın yalanını ortaya çıkarmış ve adamın kötü yürekli bir büyücü olduğunu söylemiş. Kral da yaşlı adamı dövdürdükten sonra hapse attırmış. Abanoz ata gelince; ona ne olduğundan haberim yok.”

      Prens bu sözleri duyunca tüccara yaklaşmış, nazik bir şekilde kralın şehrinin adını sormuş. İstediği şeyi öğrenince çok mutlu olmuş ve geceyi büyük bir keyifle geçirmiş. Sabah olur olmaz da yola çıkmış ve şehre ulaşıncaya kadar aralıksız yol katetmiş. Fakat şehre ulaştığında kapıdaki muhafızlar onu yaka paça tutuklamışlar ki neyin nesi olduğu, mesleği ve şehre gelme sebebi anlaşılsın.

      O sırada akşam yemeği yendiği için prensi, kralın huzuruna götürmeleri ve bu konuda ona danışmaları mümkün değilmiş. Muhafızlar da onu bir geceliğine hapishaneye götürmüşler. Ama yüzündeki masumiyeti ve sevimliliği gördüklerinde gardiyanların gönlü onu hapse atmaya elvermemiş. Böylece genç adamı yanlarına oturtmuşlar. Yemek geldiğinde hep birlikte karınlarını doyurmuşlar. Sonra içlerinden biri prense sormuş:

      “Hangi ülkeden geliyorsun?”

      “Ben İran’dan, Hüsrev’in diyarından geliyorum.” demiş.

      Bunu duyunca kahkahalarla gülmüşler. Muhafızlardan biri:

      “Ey Hüsrevli, birçok adam tanıdım ve hikâyelerini dinledim. Fakat şu an hapishanede bulunan kadar yalancı olanını hiç görmedim.” demiş.

      Prens sormuş: “Neymiş yalanı?”

      “Bilge bir adam olduğunu iddia ediyor. Kral avlanırken güzeller güzeli bir kadın ve muhteşem bir at ile birlikte görmüş bu adamı. Öyle bir at ki daha önce hiç kimse bu kadar güzelini görmemiştir. Genç kadına gelince… Kral ona âşık ve onunla evlenmek istiyor fakat kadın deli. Eğer bu adam iddia ettiği gibi bir şifacı olsaydı onu iyileştirirdi. Kral, onun rahatsızlığına bir çare bulabilmek için elinden geleni yapıyor. Şu geçtiğimiz bir yıl içerisinde hekimlere ve şifacılara bir servet harcadı fakat hiçbiri para etmedi. At ise kralın soylu atlarının arasında duruyor. Çirkin adamsa burada, hapiste. Gece olunca ağlayıp inlemeye başlar ve hiçbirimizi uyutmaz.”

      İranlı büyücünün hikâyesini dinleyen ve bu sırada ağlama seslerini duyan prens, hedefine ulaşabileceği bir plan yapmış. Uyumaya niyetlenen muhafızlar onu bir hücreye kapatıp kapıyı kilitlemişler. Prens, ağlayıp sızlayan İranlının kendi dilinde şöyle söylediğini duymuş:

      “Ah benim günahlarım, vah benim günahlarım! Kendime karşı ve hükümdarın oğluna karşı günah işledim. Zavallının sevgilisini elinden aldım. Ne ona sahip oldum ne de ondan vazgeçtim. Bütün bunlar akılsızlığım yüzünden geldi başıma. Bana layık olmayan ve hak etmediğim bir şeyin ardına düştüm. Her kim hakkı olmayan bir şeye el uzatırsa benim başıma gelenleri yaşar.”

      Bu sözleri duyan prens, adama Farsça şöyle demiş:

      “Bu ağlama ve sızlanma daha ne kadar sürecek? Senden başka kimsenin başına gelmeyen şey nedir söyle bana?”

      Bunun üzerine İranlı, bu sözlerden yüreklenerek ona açılmış ve başına gelen talihsizliklerden şikâyet etmeye başlamış. Sabah olunca da