böyle makaslarıyla falan; Daisy, Clarissa’nın yanında çok sıradan kalırdı. Ve benim tamamıyla bir başarısızlık abidesi olduğumu düşünecek ki Dalloway’lerin bakış açısına göre öyleyim, diye düşündü. A tabii, ondan hiç şüphesi yoktu; bir başarısızlık örneğiydi, bütün bunlara kıyasla -şu kakma masaya, şu kakma mektup açacağına, şu yunusa ve şamdanlara, sandalye kılıflarına ve eski, İngiliz baskısı değerli resimlere kıyasla- bir başarısızlık örneğiydi! Bütün bu kendini beğenmişlikten tiksiniyorum, diye düşündü; Richard’ın işleri; Clarissa’nın değil; onunla evlenmek dışında bir suçu yok onun (O sırada Lucy elinde gümüşlerle girdi içeri, daha fazla gümüş; alımlı, zarif, ince birine benziyor, diye düşündü, gümüşleri bırakmak için eğilirken.). Ve bu hep böyle sürüp gidiyor olmalı diye düşündü; haftalar boyunca; Clarissa’nın hayatı; oysa kendisi -ansızın yaşadığı her şey içinden dışarı saçılıyormuş gibi oldu; serüvenler, geziler, tartışmalar, maceralar, briç partileri, aşklar, iş, iş, iş! Ve çakısını çıkardı -eski boynuz saplı çakısı, Clarissa otuz yıl önce taşıdığı aynı çakı olduğuna yemin edebilirdi- avcunda sıktı.
Ne tuhaf bir alışkanlık bu, diye düşündü Clarissa; hep böyle çakıyla oynaması. İnsana kendini hep önemsiz biri gibi hissettiriyordu; boş kafalı, geveze, eskiden yaptığı gibi. Ama ben de diye düşündü iğnesini alırken eline, uyuyakalmış muhafızları yüzünden korumasız bırakılmış bir kraliçe gibi (bu ziyaret onu afallatmıştı -üzmüştü) -böğürtlen çalılarının altında yatarken herhangi biri gelip onu rahatlıkla görebilirdi- yaptığı şeyleri yanına çağırdı; sevdiği şeyleri; kocasını, Elizabeth’i, kendini, kısaca, Peter’ın artık hiçbir şey bilmediği kendisini korumak ve düşmanı defetmek istiyordu.
“Peki, sen neler yaptın bakalım?” dedi Clarissa. Savaş başlamadan önce atlar toprağı eşeler böyle; başlarını sallarlar; böğürleri ışıldar; boyunları kavislenir. İşte Peter Walsh ve Clarissa, mavi kanepede yan yana otururken böyle meydan okudular birbirlerine. Peter’ın içindeki ordusu kızışıp çalkalanıyordu. Çeşitli mevzilerden pek çok şey yardıma geliyordu; övgüler, Oxford’daki kariyeri, evliliği ki Clarissa evliliği hakkında hiçbir şey bilmiyordu; nasıl âşık olduğunu, işini nasıl yürüttüğünü…
“Milyonlarca şey!” diye haykırdı, artık yüzlerini göremediği insanların omuzları üzerinde hızla taşınıyormuş gibi hem korkutan hem de heyecanlandıran birleşmiş güçlerinin bir o yana bir bu yana yüklenmesiyle elini alnına götürdü.
Clarissa dimdik oturuyordu; soluğunu tuttu.
“Âşığım.” dedi, Clarissa’ya değil tabii fakat yükselen, elle dokunulamayan birine söylüyordu; onun için getirdiğiniz çelenginizi karanlıkta kalan çimenlerin üzerine bırakmak zorundaydınız.
“Âşığım.” diye tekrarladı Clarissa Dalloway’e şimdi kuru bir sesle; “Hindistan’da bir kıza âşığım.” Çelengini sunmuştu. Clarissa dilediğini yapabilirdi.
“Âşıksın demek!” dedi. Demek bu yaşta, o küçük papyonuyla suyun altına çekilmişti o canavar tarafından! Üstelik boynu bir deri bir kemik, elleri kıpkırmızı, hem benden altı ay büyük! Gözleri kendisine kaydı ama yüreğinde hissediyordu; âşıktı Peter. Öyleydi, hissediyordu; âşıktı Peter.
Ama karşısına çıkanları ezip geçen boyun eğmez bencilliği, hadi hadi diyen, amaçsız olduğunu itiraf etmesine rağmen bize hadi hadi diyerek sürükleyen ırmak; bu boyun eğmez bencillik yanaklarını renklendirmişti; gencecik yapmıştı onu, pembecik; elbisesi dizlerinde otururken gözleri parlıyordu, yeşil ipeklinin ucuna iliştirilmiş iğnede hafif bir titreme oldu. Kendisine değil. Daha genç birine âşıktı tabii.
“Peki, kim bu kadın?” diye sordu.
Şimdi bu heykelin yükseklerden indirilip aralarına konması gerekiyordu.
“Maalesef evli bir kadın…” dedi Peter, “Hint ordusundaki bir binbaşının karısı.”
Ve sevdiği kadını Clarissa’nın gözünün önünde böyle gülünç bir vaziyete düşürdüğü için buruk bir tatlılıkla gülümsedi.
(Ne de olsa âşık, diye düşündü Clarissa.)
“Onun iki çocuğu var.” diye devam etti Peter, ciddi bir şekilde, “Biri kız, biri oğlan; boşanmak için avukatlarımla görüşmeye geldim.”
Al işte, diye düşündü. Canın ne istiyorsa yap onlarla! Al işte! Her geçen saniye, Clarissa onlara baktıkça; Hint ordusundaki binbaşının karısı (Daisy’si) ve iki çocuğu ona daha güzel geliyordu; sanki bir döşemenin üstündeki gri topağı aydınlatmış ve yakınlıklarının -eşsiz yakınlıklarının- deniz tuzu kokan havasının içinde güzel bir ağaç serpilmişti (çünkü birçok yönden kimse onu Clarissa gibi anlayamıyordu veya duygularını paylaşamıyordu).
Peter’ı pohpohlamıştır o, enayi yerine koymuştur onu, diye düşündü Clarissa; kadını, Hint ordusundaki binbaşının karısını, bir bıçağın üç darbesiyle şekillendirerek. Ne büyük kayıp! Ne budalalık! Peter’ın bütün hayatı böyle budalalıklarla geçmişti zaten; önce Oxford’dan atılması; sonra Hindistan’a giden gemideki bir kızla evlenmesi; şimdi de bir binbaşının karısı -şükür ki kadın onunla evlenmeyi kabul etmemişti! Yine de âşıktı; eski dostu, Peter’cığı âşıktı.
“Ne yapacaksın peki?” diye sordu. Ah, avukatlar uğraşacak, dedi Peter, Lincoln’s Inn’deki Messrs Hooper ve Grateley. Ve çakısıyla tırnaklarını törpülemeye koyuldu.
Tanrı aşkına, bırak şu çakıyı, diye bastıramadığı bir rahatsızlıkla içinden haykırdı; onun bu iflah olmaz ciddiyetsizliği, zayıflığı, başkalarının duygularını önemsemeyişi, Clarissa’yı sinirlendiriyordu, bu yaşta olacak iş mi bu?
Başıma gelecekleri biliyorum, diye düşündü Peter; karşımdakini biliyorum, diye düşündü, parmağını çakısının üzerinde gezdirirken, Clarissa Dalloway’i ve geri kalan hepsini; ama göstereceğim Clarissa’ya -ve aniden kendisini de şaşkınlık içinde bırakan, sanki dizginlenemeyen güçler tarafından boşluğa fırlatılmışçasına gelen bir gözyaşı selinin içinde buldu kendini; ağladı; en ufak bir utanç duymadan ağladı; kanepede otururken; yaşlar süzüldü yanaklarından.
Clarissa öne doğru eğilmiş, elini tutmuş, kendine doğru çekip öpmüştü; Peter’ın yüzünü yüzünde hissettiğinde göğsündeki tropik bir fırtınanın içinde kalmış gibi olan hanımpüsküllerine benzer tuğların gümüş parıltılarının savruluşu duruldu; Peter’ın elini tuttu, dizini okşadı ve arkasına yaslanırken, onunla o kadar huzurlu ve hafif hissediyordu ki kendini, ansızın içinde bir şey uyandı, onunla evlenmiş olsaydım, diye düşündü, bu sevinç bütün gün sürerdi!
Her şey bitmişti oysa. Çarşafı gergin, yatağı dardı. Kuleye bir başına çıkmış ve onları, böğürtlenlerle baş başa bırakmıştı. Kapı kapanmıştı, dökülen sıvaların tozu ve kuş pisliklerinin arasından ne kadar uzak görünüyordu manzara; sesler, cılız ve soğuk; bir seferinde (Leith Hill’deyken), diye hatırladı Clarissa; Richard, Richard diye haykırmıştı uykusundan uyanarak, karanlıkta elini uzatarak yardım isteyen biri gibi. Leydi Bruton’la öğle yemeğinde olduğu aklına geldi. Beni terk etti; sonsuza kadar yalnızım, diye düşündü, ellerini dizinin üstünde kavuşturdu.
Peter Walsh ayağa kalkıp pencerenin kenarına gitmiş, sırtını dönmüş, elindeki mendili iki yana doğru sallamaktaydı. Mükemmel, sert ve perişan görünüyordu, sıska omuzları ceketini hafifçe yukarı kaldırıyordu. Beni de götür, diye düşündü içgüdüsel olarak, sanki