daha.
Bak, diye davet ediyordu onu görünmeyen, insanlığın en yücesiydi şu an onunla iletişim hâlinde olan bu ses, Septimus, son zamanlarda yaşamdan ölüme göçen, toplumu yenilemeye gelmiş Tanrı, bir yorgan gibi, yalnız güneşin yarabildiği kardan bir yorgan; asla tükenmeyen, sonsuz acı içinde, günah keçisi, ebedî mağdur; ama bunu istemiyordu ki, inledi, elini salladı; o ebedî acıyı elinin rüzgârıyla söndürmek ister gibi.
“Bak!” diye tekrarladı, zira dışarıdayken kendi kendine yüksek sesle konuşmamalıydı Septimus.
“Bir bak!..” diye yalvardı Lucrezia. Ama bakılacak ne vardı ki? Birkaç koyun. Hepsi bu.
Regent Parkı metro istasyonunun yolunu -biri söyleyebilir miydi lütfen Regent Parkı metro istasyonuna giden yolu ona- soruyordu Maisie Johnson. Edinburgh’dan geleli daha iki gün olmuştu.
“Buradan değil -şuradan!” diye haykırdı Lucrezia, Septimus’ı görmesin diye onu öteki tarafa yönlendirirken.
İkisi de bir acayip, diye düşündü Maisie Johnson. Her şey çok acayip geliyordu ona zaten. Londra’ya ilk gelişiydi, Leadenhall Sokağı’nda amcasının yanında bir işe başlayacaktı ve şimdi bu sabah Regent Parkı’ndan geçerken gördüğü bu çift onu tedirgin etmişti; genç kadın yabancıydı herhâlde, adamsa bir tuhaftı, öyle ki eğer bir gün yaşlı bir kadın olacak kadar yaşarsa o zaman bile anılarının içinden güzel bir yaz sabahı Regent Parkı’ndan geçerkenki hâlini hatırlayabilirdi. Zira sadece on dokuz yaşındaydı ve sonunda Londra’ya gelmeyi başarmıştı ve şimdi ne tuhaftı; bu yolu sorduğu çift, kız irkilmiş, elini sallamış ve adam -adam çok garip gözüküyordu; bir tartışma içinde miydiler acaba; ayrılıyorlardı belki; ama bir şeylerin döndüğü belliydi; biliyordu ve şimdi bütün bu insanlar (artık Broadwalk’a dönmüştü), taş havuzlar, muntazam çiçekler, yaşlı kadın ve erkekler, tekerlekli sandalyelerde, çoğu hasta -bütün hepsi Edinburgh’dan sonra çok acayip geliyordu. Ve Maisie Johnson, bu ağır adımlarla yürüyen, dalgın dalgın bakan, esintinin okşadığı insanların arasında karışırken -sincaplar tünemiş yalanıyor, serçeler hızla kanat çırparak havuzlardan kırıntı topluyor, köpekler parmaklıklara sürtünüp birbirleriyle oynarken, yumuşak, ılık bir esinti âdeta üzerlerini yıkayarak sabit, şaşmaksızın bakan gözlerine garip ve dingin bir şekilde hayat veriyor- “Ay!” diye bağıracak gibi oldu (Bankta oturan genç adam onu çok korkutmuştu. Bir şeyler dönüyordu, biliyordu.).
“Korkunç! Korkunç!” diye ağlamak geliyordu içinden (Ailesini bırakıp gelmişti buraya, gerçi söylemişlerdi başına neler gelebileceğini.).
Neden evinde kalmamıştı ki sanki, ağlıyordu, demir parmaklıkların topuzunu çevirdi.
Şu kızcağız, diye düşündü Mrs. Dempster (Sincaplara vermek için kırıntılar biriktirir ve sık sık Regent Parkı’nda öğle yemeğini yerdi.), daha hiçbir şey bilmiyor; aslında biraz daha cesur, biraz daha rahat, biraz daha makul olmalı insan beklentilerinde. Percy içerdi. Yine de insanın oğlunun olması daha iyi, diye düşündü Mrs. Dempster. Çok zorluk çekmişti, böyle bir kıza gülümsemekten kendini alamazdı. Evlenirsin sen, zira yeterince güzelsin diye düşündü Mrs. Dempster. Bir evlen de gör bakalım! Yemek pişireceksin ve daha neler neler… Her erkeğin huyu başka. Ama eğer bilseydim böyle bir seçim yapar mıydım diye düşündü Mrs. Dempster ve Maisie Johnson’un kulağına birkaç öğüt fısıldamak istedi; kendi buruşmuş, sarkmış, yaşlı yüzünde şefkat dolu bir öpücük hissetmek… Zira çok zor bir hayat oldu, diye düşündü Mrs. Dempster. Neler vermişti uğruna? Gülleri, bedenini; ayaklarını da (Şişmiş ayaklarını eteğinin altına doğru çekti.)…
Güller, diye düşündü acı bir alayla. Hepsi çöp, canım. Gerçekten de yemesi, içmesi, çiftleşmesi, iyi ve kötü günleriyle, hayatın güllerle alakası yoktu ve dahasını da söyleyeyim mi sana, Carrie Dempster, yine de Kentish Town’daki hiçbir kadınla değiştirmek istemezdi kaderini! Ama tek istediği acınmaktı onun. Kaybolan güllere acınmasını istiyordu. Sümbüllerin arasında duran Maisie Johnson’ın acımasını istiyordu.
Ah, ama şu uçak! Mrs. Dempster hep yabancı yerleri görmek istememiş miydi? Bir yeğeni vardı, misyoner. Hızla yükseldi uçak. Margate’ta denize giderdi hep, karadan uzaklaşmazdı pek ama sudan korkan kadınlara da tahammülü yoktu. Uçak kayarak alçaldı. Midesi ağzına gelmişti. Tekrar yükseldi. Bahse girerim içinde hoş bir genç adam vardır uçağın, dedi Mrs. Dempster, gitgide uzaklaştı; Greenwich’in ve bütün direklerin üstünden geçti; kurşuni renkteki kiliselerin ve St. Paul’ün oluşturduğu adanın üstünden, Londra’nın iki yanında uzanan tarlaların ve maceraperest ardıç kuşlarının cesurca sıçrayarak, etrafı kolaçan edip sümüklü böcekleri yakaladıkları gibi kayaların üstüne bir, iki, üç, defa vurdukları, koyu kahve koruların oraya kadar gitti.
Uzağa, gitgide daha da uzağa gitti uçak, ta ki sadece bir kıvılcım olana kadar; bir özlem, bir yoğunlaşma, insan ruhunun ve kararlılığının bir simgesi (Greenwich’te gayretle çimlerini biçen Mr. Bentley’ye böyle göründü.), diye düşündü Mr. Bentley, düşünce yoluyla kendi bedeninin ve evinin dışına çıkabilmek için selvi ağacının etrafında dönerek, Einstein, kurgu, matematik, Mendel Teorisi -uçak gitgide uzaklaştı.
Sonra, kılıksız alelade bir adam elinde deri çantasıyla St. Paul Katedrali’nin basamaklarında durdu, tereddüt etti, kim bilir nasıl bir şifa vardı içeride, nasıl harika bir karşılama, üzerinde bayrak dalgalanan kaç mezar, ordulara karşı kazanılan zaferlerin simgesi değil bunlar, diye düşündü, şu an beni işten güçten yoksun bırakan baş belası gerçeği arama tutkusuna karşı kazanılan zaferlerin; üstelik Katedral elini uzatıyordu insana, diye düşündü, toplumun bir parçası olmaya davet ediyordu, büyük adamların ait olduğu, şehitlerin uğruna canlarını verdiği; neden katılmayacaktı ki, diye düşündü; içi broşür dolu deri çantayı bir mihrabın önüne bırakırım, bir haçın, sözcükleri arayan, araştıran ve bir araya getirmekten öteye geçen ve artık bütünüyle ruh hâline gelen, gövdesiz, hayalet gibi -neden içeri girmeyecekmişim ki diye düşündü ve o tereddüt içinde dışarıda dururken, uçak Ludgate Sirki’nin üzerinden uçtu.
Etraf çok tuhaftı; durgundu her şey. Trafiğin gürültüsünü hiçbir ses bastıramıyordu. Kılavuzsuz gözüküyordu uçak, sanki kendi özgür iradesiyle yol alıyordu. Ve şimdi, gitgide daha yukarılara doğru kıvrılırken, zevk içinde yükselen bir şey gibi, saf bir sevinçle, arkasında kıvrıla kıvrıla uzayan beyaz dumanları bıraktı, bir Ş yazdı, E ve bir K.
“Neye bakıyorlar?” diye sordu Clarissa Dalloway kapıyı açan hizmetçisine.
Evin girişi mezar gibi serindi. Mrs. Dalloway elini gözlerine siper etti, hizmetçi kapıyı kapatırken, Lucy’nin eteklerinin hışırtısını duyunca, bildik tüllerin çevresini usulca sarışını, eski bağlılıklara verilmiş karşılıkları tadan, dünyayı terk etmiş bir rahibe gibi hissetti kendini. Aşçı mutfakta ıslık çalıyordu. Daktilonun tıkırtısını duydu. İşte buydu hayatı, girişteki masanın üzerine sanki bu etkilerin ağırlığıyla eğilirmişçesine göz attı, kendini kutsanmış ve arınmış hissetti; telefonla bırakılan mesajların not edildiği defteri eline alırken nasıl oluyor da böyle anların hayat ağacının tomurcukları, karanlığın çiçekleri olduğunu düşündü (Sanki yalnızca o görsün diye güzel bir gül açmıştı.); bir an bile inanmamıştı Tanrı’ya; ama yine de diye düşündü defteri eline alırken, günlük hayatta hizmetçilere, evet köpeklere ve kanaryalara, her şeyden öte de kocasına, her şeyin temeli olan -bu keyifli seslerin, yeşil ışıkların hatta ıslık çalan aşçının bile, zira Mrs. Walker İrlandalıydı ve gün boyunca ıslık çalardı- Richard’a, bu eşsiz anların gizli deposundan ödemeli insan borcunu; Lucy yanında durmuş