bu saatinde bu kargaşa korkunçtu. Lord Ascot mı, Lord Hurlingham10 mı, neydi bu diye düşündü, zira yol tıkanmıştı. Paketleri ve şemsiyeleriyle, evet, böyle bir günde bile giydikleri kürkleriyle otobüslerin üst katlarında yanlamasına oturan İngiliz orta sınıfı çok gülünç duruyordu; insanın görüp görebileceği en gülünç şeyden bile daha fazla; kraliçenin de yolu tıkanmış, kraliçe bile geçemiyordu. Clarissa, Brook Sokağı’nın11 bir tarafında kalakalmıştı; yaşlı hâkim, Sör John Buckhurst de diğer tarafında duruyordu, aralarında bir otomobil vardı (Sör John senelerin hukukçusuydu, iyi giyimli kadınlardan hoşlanırdı.); tam o sırada şoför hafifçe öne eğilerek, polise bir şey söylemiş veya bir şey göstermiş olmalı ki polis selam verdi, kolunu kaldırdı, başını salladı ve otobüsü kenara çekti, otomobil de aradan geçti. Yavaşça ve sessizce yoluna koyuldu.
Clarissa tahmin etti, biliyordu da tabii, beyaz, büyülü, dairesel bir şey görmüştü uşağın elinde, üzerinde isim yazılı yuvarlak bir levha -kraliçenin mi, Galler prensinin mi veya başbakanın mı- ışıltısıyla kendini belli etmişti (Clarissa otomobilin giderek küçüldüğünü ve gözden kaybolduğunu gördü.); şamdanların, parlak yıldızların, meşe yapraklarıyla dimdik duran göğüslerin arasında ışıldayacaktı o gece ve Hugh Whitbread ve iş arkadaşları, İngiltere’nin bütün centilmenleri de o gece Buckingham Sarayı’nda olacaklardı. Clarissa da bir parti veriyordu. Hafifçe doğruldu; işte partide böyle duracaktı merdivenin başında.
Otomobil gitmişti ama eldivenci vitrinlerinden şapkacı vitrinlerine ve terzilere kadar uzanan küçük bir dalga bırakmıştı ardında. Otuz saniye kadar bütün başlar aynı yöne dönmüştü -pencereye. Bir çift eldiven seçen -dirseğe kadar mı yoksa daha mı uzun olmalı, limon küfü mü yoksa soluk gri mi- hanımlar duraladılar; cümleleri biterken bir şey olmuştu. Bir titreşim, o kadar ufak ve önemsiz bir şeydi ki Çin’deki sarsıntıları kaydedebilecek ölçüde gelişmiş bir aracın bile yakalayamayacağı kadar, yine de bütünlüğüyle ürkütücü, genel intibası itibarıyla duygusaldı, öyle ki bütün şapkacılardaki ve terzilerdeki yabancılar birbirlerine bakıp ölenleri düşündüler; bayrağı; imparatorluğu… Arka sokaklardaki bir barda, sömürgelerden gelen biri, Windsor’lara hakaret edince bir tartışma çıktı, bira bardakları kırıldı, ses tuhaf bir şekilde yolun karşı tarafına ulaştı ve düğünleri için beyaz kurdele geçirilmiş beyaz iç çamaşırı alan genç kızların kulaklarında yankılanan bir gürültü koptu. Zira geçen arabanın yarattığı gerginlik yatışırken, derindeki bir şeyleri de kazıyıp çıkartıyordu.
Piccadilly’den süzülerek St. James Sokağı’na12 doğru saptı otomobil. Uzun boylu, iri yarı adamlar, kuyruklu ceketleri, beyaz gömlekleri ve geriye taranmış saçlarıyla iyi giyimli adamlar; elleri ceketlerinin arkasında toplanmış, nedenini ayırt etmenin güç olduğu bir sebepten, White dükkânının cumbasında dikiliyor ve dışarıya bakıyorlardı, yüce birilerinin geçtiğini âdeta hissetmişlerdi ve o ölümsüz varlığın soluk ışığı Clarissa Dalloway’in üzerine vurduğu gibi onların da üzerine vurdu. Bir anlığına hükümdarlarına eşlik etmeye hazırmışçasına, duruşlarını daha da dikleştirdiler, ellerini arkalarından çektiler; gerekirse tıpkı ataları gibi topların ağzına sürülebilirlerdi. Arka plandaki beyaz büstler, üzerlerinde “Tatler”in13 kopyaları ve soda şişeleri bulunan küçük masalar da onaylar gibiydiler âdeta; bereketli ekinleri ve İngiltere’nin malikânelerini simgeliyorlardı sanki; yalnızca tek bir sesin bile fısıldayan geçitlerden bütün katedrale kadar yankılandığı duvarlar gibi, otomobil tekerleklerinin zayıf homurtusu yankılanıyordu. Üstünde şalı, kaldırımın kenarında durup, çiçekleriyle “sevgili oğlan”a esenlikler diledi (kesinlikle Galler prensiydi geçen); muhafızın, yaşlı bir İrlandalı kadının bağlılığını hiçe sayan küçümser bakışını üzerinde hissetmeseydi eğer, bir bardak biranın veya bir demet gülün ederi kadar parayı sırf gamsızlıktan ve fakirliği küçümseyişinden fırlatıverecekti St. James Sokağı’na. St. James Sokağı’ndaki muhafızlar selama durdular, Kraliçe Alexandra’nın14 korumaları da onlara katıldılar.
Bu arada, Buckingham Sarayı’nın kapılarında küçük bir kalabalık toplanmıştı. İlgisizce, yine de kendilerine güvenerek, fakirdi hepsi, bekliyorlardı; bayrağı dalgalanan Saray’a bakıyorlardı; tepesinde dalgalanan Victoria’yı, üzerinden sular akan kayalarını ve sardunyalarını hayranlıkla seyrediyorlardı; Mall’daki15 otomobillerin arasından seçiyorlardı, önce bu, sonra şu; gezintiye çıkmış Avam Kamarası üyelerini beyhude bir duygu seliyle karşılıyorlar şu ve bu araba geçerken takdirlerini boşa harcamadıklarını düşünüyorlardı; bütün bu zaman boyunca damarlarına dedikodular nüfuz ediyor ve soyluların onlara baktıkları düşüncesi baldırlarındaki sinirlerinin canlanmasına sebep oluyordu; kraliçenin eğilişinin; prensin selam verişinin; krallara bahşedilmiş cennetsi yaşamın düşüncesi, hizmetkârlar ve reveranslar; kraliçenin eski bebek evi; Prenses Mary’nin bir İngiliz’le evlendiğinin ve prensin -Ah prens! Yaşlı Kral Edward’a çektiği söyleniyordu ama çok daha inceymiş. Prens St. James’te yaşıyordu; ama bu sabah annesini ziyarete gelmiş olabilirdi.
Öyle dedi Sarah Bletchley kucağında bebeği, Pimlico’da kendi çamurlu sokağındaymış gibi ayağını bir aşağı bir yukarı sallarken ve gözlerini Mall’dan ayırmadan; o sırada Emily Coates, Saray’ın pencerelerini tarıyor ve hizmetkârları düşünüyordu, sayısız hizmetkârı, yatak odalarını, sayısız yatak odalarını. Aberdeen teriyeri olan yaşlıca bir beyefendinin de aralarında bulunduğu aylak kalabalık çoğaldı. Albany’de oturan ufak tefek Mr. Bowley hayatın derin kaynakları karşısında bal mumuyla kaplanmıştı resmen, ama böyle şeyleri görünce aniden bu bal mumu dağılıverirdi, yerli yersiz bir şekilde -zavallı kadınların kraliçenin geçmesini beklemeleri, zavallı kadınlar, şirin, küçük çocuklar, yetimler, dullar, savaş ah savaş- gözleri yaşarırdı… Mall’dan aşağı doğru, cılız ağaçların arasından, bronz anıta, kahramanlara doğru ilerleyen esinti Mr. Bowley’nin İngiliz göğsündeki bayrağı dalgalandırdı, otomobil Mall’a doğru dönerken şapkasını kaldırdı ve zavallı Pimlico’lu kadınların onu sıkıştırmasına ses çıkarmadan şapkası havada, dimdik durdu. Otomobil yaklaştı.
Aniden göğe doğru baktı Mrs. Coates. Bir uçağın sesi kalabalığın kulaklarını uğursuzca delip geçti. Ağaçların üstüne doğru, arkasında beyaz bir duman bırakıyordu, duman kıvrılıp, dönüyordu, sahiden bir şey yazıyordu! Göğe harfler çiziyordu! Herkes yukarı baktı.
İnişe geçen uçak, birden yukarı doğru kıvrıldı, bir daire çizdi, hızlandı, yükseldi ve ne yaptıysa, nereye gittiyse, ardında o kalın, fırfırlı beyaz dumanı bıraktı, kıvrılarak gökte harfler şeklinde çöreklenen o dumanı. Ama hangi harfler bunlar? Bir C mi? Sonra E, sonra L? Sadece bir anlığına orada öylece duruyorlar; ardından kıpırdıyor, eriyor, göğün yükseklerinde siliniyorlar ve uçak gittikçe daha uzağa, gökyüzünün temiz bir kısmına doğru ilerliyor, bir K yazmaya başlıyor, bir E, yoksa bir de Y mi?
“Glaxo!” dedi Mrs. Coates gergin fakat hayranlık dolu bir sesle, yukarı doğru bakarken, kucağında bebeği kımıldamadan yatıyor ve o da yukarı bakıyordu.
“Kreemo!” diye mırıldandı Mrs. Bletchley, bir uyurgezer gibi. Şapkasını hâlâ elinde kımıldamadan tutan Mr. Bowley gözlerini havaya dikti. Mall boyunca herkes durmuş ve gözlerini göğe dikmişti. Onlar baktıkça bütün dünyayı tam bir sessizlik kapladı, bir martı sürüsü geçti