Вирджиния Вулф

Mrs. Dalloway


Скачать книгу

evlendiğini söylediğinde yaşadığı dehşet! Asla unutmamalıydı bütün bunları. Soğuk, kalpsiz, namus bekçisi bir kadınsın demişti Peter, asla anlayamazmış onun kendisini ne kadar sevdiğini. Ama o Hintli kadın anlamıştı belli ki aptal, sevimli, cılız, kuş beyinliler! Boşuna üzülmüştü. Zira Peter gayet mutluydu, Clarissa’yı temin etmişti, gerçi konuştukları hiçbir şeyi yapamamıştı; tüm yaşamı tamamen bir başarısızlık örneğiydi. Clarissa hâlâ bu duruma sinirleniyordu.

      Park kapılarına varmıştı. Bir anlığına durup Piccadilly’deki otobüslere baktı.

      Dünyada hiç kimse için şöyle veya böyle demeyecekti artık, yargılamayacaktı onları. Çok genç olduğunu hissediyordu, aynı zamanda anlatılamayacak denli yaşlı buluyordu kendini. Hem her şeyi bıçak gibi delip geçiyor hem de dışarıdan seyrediyordu. Taksileri izlerken, dışarıda, uzakta, denizin bile uzağındaymışçasına, yapayalnız; bir gün bile yaşamanın çok tehlikeli olduğunun ebedî hissi doğdu içine. Kendini çok zeki veya sıra dışı hissettiğinden değil… Hayatını nasıl da Fräulein Daniels’ın verdiği iki dirhem akılla geçirmişti, bunu aklı almıyordu. Hiçbir şey bilmiyordu, ne yabancı dil ne tarih, güç bela kitap okuyordu, yatarken okuduğu anı kitabı dışında, yine de bütün bunlar çok sürükleyici geliyordu, her şey: Taksilerin geçişi; ne Peter hakkında bir şey söyleyecekti ne de kendi hakkında, yargılamayacaktı artık, böyleyim veya şöyleyim demeyecekti.

      Yürümeye devam ederken, tek yeteneğim insanları tanıyabilmek, diye düşündü, neredeyse sezgilerimle tanıyabilmek. Biriyle bir odaya koyacak olsanız ya kedi gibi sırtını kabartır ya da tatlı tatlı mırlardı. Devonshire House, Bath House, porselen papağanlı o ev, hepsini pırıl pırıl ışıldarken görmüştü zamanında; Slyvia’yı, Fred’i, Sally Seton’ı -o ev sahiplerini; bütün gece dans etmeler, ağır ağır pazar yerine ilerleyen at arabaları, Park’tan arabayla geçerek eve dönmeler. Serpentine Gölü’ne bir şilin attığını hatırladı. Ama herkes hatırlardı bunu; buydu sevdiği; burada, şimdi, karşısındaki taksideki şişman kadındı. Öyleyse ne önemi var, diye sordu kendine, Bond Sokağı’na doğru ilerlerken, ne önemi var kaçınılmaz sona gelip, tamamen yitip gitmenin, bütün bunlar onsuz da sürecekti, içerliyor muydu buna, yoksa ölümün kesin sonucuyla avunuyor muydu? Fakat yine de Londra’nın sokaklarında, hayatın akışı içinde, bir şekilde, şurada burada, kendisi de yaşıyordu; Peter da yaşıyordu, birbirlerinde yaşamışlardı, kendisi, bundan emindi; doğduğu yerdeki ağaçların bir parçasıydı; çirkin, derme çatma, döküntü evin; hiç tanışmadığı insanların bile bir parçasıydı; sevdiklerinin arasına bir sis gibi dağılırdı; onlar da kendisini tıpkı dalların üzerine doğru akan sis gibi taşırlardı, ama çok uzağa yayılmıştı bu sis, fazla uzağa; hayatı gibi, kendi gibi. Ama şimdi Hatchard’ların3 vitrinine bakarken neyin hayalini kuruyordu? Neyi yeniden bulmaya çalışıyordu? Önünde açık duran kitaptaki dizeleri okurken sayfiyedeki ak gün doğumunun hangi imgesini?

      Ne güneşin sıcağından

      Ne de hiddetli kışın gazabından kork artık! 4

      Dünyanın deneyimlediği bu son dönem, hepsinde, kadın erkek herkesin içine bir gözyaşı kuyusu açmıştı. Gözyaşları ve hüzün; cesaret ve dayanıklılık; dimdik, metanetli bir duruş. Düşünün, mesela en çok beğendiği kadın olan Leydi Bexborough, bir sergi açmış.

      “Jorrock’un Jaunts ve Jollities’i”, “Soapy Sponge”;5 Mrs. Asquith’in6 “Memoirs”ı ve “Big Game Shooting in Nigeria”, hepsi önüne serilmişti. Ne çok kitap vardı; ama hiçbiri bakımevindeki Evelyn Whitbread’e götürmek için uygun değildi. Onu eğlendirebilecek ve nihayetsiz kadın hastalıklarına dair konuşma başlamadan önce; Clarissa içeri girdiğinde, tarifsiz bir şekilde kurumuş, can sıkıcı kadın görüntüsünü bir saniyeliğine de olsa canlandıracak bir şey yoktu. Ne kadar da isterdi -kendisini görünce memnun olmasını, sevinmesini; bunu düşünerek döndü ve geri Bond Sokağı’na doğru yürümeye başladı, sinir olmuştu, bir şeyi başka amaçla yapmak saçmaydı çünkü. Richard gibi sadece o davranışın sonucunu amaçlayan insanlardan olmayı yeğlerdi; oysa, diye düşündü karşıdan karşıya geçmeyi beklerken, kendisi, yaptıklarının çoğunu karmaşıklaştırarak, asıl yapılma amaçlarından saptırırdı; insanlar şöyle veya böyle düşünsün diye yapardı; gerçek bir ahmaklık örneğiydi, biliyordu (şimdi de polis elini kaldırıyor), zaten kimse de bir anlığına bile olsa aldanmıyordu. Ah yeni baştan yaşayabilseydim hayatımı, diye düşündü kaldırıma çıkarken, farklı bile görünebilirdi!

      Öncelikle, Leydi Bexborough gibi esmer olmak isterdi, buruşmuş deriyi andıran bir cilt ve güzel gözler. Leydi Bexborough gibi ağırbaşlı ve görkemli olmak isterdi; iri, bir erkek gibi politikayla ilgilenen bir kadın; bir kır evi olurdu, haysiyetli ve içten biri olurdu. Oysa kendisi, ince bir bezelye sırığına benziyordu; gülünç, küçük bir surat; kuş gagası gibi bir burun. Kendine iyi baktığı doğruydu; güzel elleri ve ayakları vardı; az harcadığı göz önünde bulundurulursa güzel de giyiniyordu fakat şimdi yüklendiği bu beden (bir Hollanda resmine bakmak için durdu), bütün yetenekleriyle bu gövde, bir hiçti sanki -bir hiç! Tuhaf bir şekilde kendini âdeta görünmez hissetti; görünmüyor, bilinmiyordu; artık yeniden evlenmek, yeniden çocuk yapmak falan olmadığına göre sadece Bond Sokağı’ndaki bu hayret verici, ağırbaşlı kalabalıkla yürümek vardı, yalnızca Mrs. Dalloway olmak, Clarissa bile olamamak; yalnızca Mrs. Richard Dalloway olmak…

      Bond Sokağı büyülerdi Clarissa’yı; o mevsim sabahın erken saatlerinde, uçuşan bayraklarıyla, dükkânlarıyla; ne bir su sesi ne bir pırıltı; babasının elli yıldır takım elbiselerini aldığı dükkânda bir top tüvit; birkaç inci, bir buz kalıbının üzerinde somon balığı.

      “Hepsi bu.” dedi balıkçıya bakarak. “Hepsi bu…” diye yineledi, savaştan önce neredeyse mükemmel eldivenler alabileceğiniz bir dükkânın vitrininde duraklarken. İhtiyar William amcası, bir hanımefendi, ayakkabılarından ve eldivenlerinden belli olur, derdi. Savaşın ortasında bir gün yatağında dönüp, “Bana yetti artık.” demişti. Eldivenler ve ayakkabılar, eldivenlere pek meraklıydı ama kendi kızı Elizabeth, böyle şeyleri hiç önemsemezdi.

      Önemsemezdi, diye düşündü, Bond Sokağı’nda yukarı doğru; partisi için ayırttığı çiçekleri alacağı çiçekçiye doğru ilerlerken. Elizabeth en çok köpeğine düşkündü. Sabah bütün ev katran kokuyordu. Yine de zavallı Grizzle, Miss Kilman’dan iyidir; hırçınlık, katran ve benzeri her şey bile, bir dua kitabıyla basık bir yatak odasına kapanmaktan iyidir! Ne olsa daha iyidir, diyecekti neredeyse. Belki sadece bir evredir, Richard’ın dediği gibi, bütün kızların geçirdiği bir evre. Belki âşık olmuştu. Ama neden Miss Kilman’a? Çok kötü davranılmıştı kadına tabii, dikkate almak gerekirdi, Richard onun çok yetenekli ve tarihe çok yatkın bir zihninin olduğunu söylemişti. Her neyse, âdeta etle tırnak olmuşlardı ve Elizabeth, öz kızı, kiliseye gidiyordu; giyiniş şekli, öğle yemeğine gelen insanlara davranış şekli öyle ki sanki hiçbir şey umurunda değildi; gözlemlediğine göre dindar insanlar vecde geldiğinde katı yürekli bir hâl alırlardı (hedefler de öyle yapardı insanı); duygularını köreltirdi, zira Miss Kilman Ruslar için her şeyi yapardı, Avusturyalılar için açlıktan ölürdü; ama özel hayatında nasıl da işkence çektirirdi insana. Yeşil bir yağmurluk giyerdi, bütün yıl boyunca çıkarmazdı o yağmurluğu, ter içinde kalsa dahi; aynı odadaysanız beş dakika için bile olsa kendi üstünlüğünü hissettirmeden duramazdı; ne kadar aşağılık olduğunuzu; kendisi fakirken siz zenginsiniz; yastığı,