sinirlerini törpülüyordu! Dalların çıtırdağını, toynakların, ruhun, yapraklarla kaplı o ormanın derinliklerine dikildiğini hissetmek; asla memnun, hoşnut olamamak veya asla tam olarak güvende hissedememek, zira canavar her an kıpırdayabilirdi, bu nefret; özellikle hastalandıktan sonra ona fiziksel bir acı veriyor; omurgası kazınmış, yaralanmış gibi ve güzelliğin, dostluğun, iyi olmanın, sevilmenin, evini hoş bir hâle sokmanın bütün zevkini alıyor, sarsıyor, titretiyor ve bozuyordu; sanki bu memnuniyet zırhı bencillikten başka bir şey değildi! Bu nefret!
Çiçekçi Mulberry’nin kapısından geçerken, saçmalık, saçmalık, diye söylendi kendi kendine.
Ufak adımları, uzun boyu ve dimdik duruşuyla ilerledi ve düğme suratlı Miss Pym tarafından karşılandı; elleri çiçeklerle birlikte soğuk suda durmuş gibi hep kıpkırmızıydı.
Hezaren çiçekleri, ıtırşahiler, leylaklar, karanfiller vardı; öbek öbek karanfiller. Güller vardı, süsenler vardı. Ohh, diyerek içine çekti taze toprak kokusunu, ona yardım etmek için bekleyen Miss Pym’le konuşurken; yıllar önce nasıl da zarifti, fakat bu yıl bir güllerin, bir süsenlerin tarafına başını çevirirken, gözleri yarı kapalı vaziyette leylak salkımlarının arasında dururken, sokak gürültüsünden sonra bu hoş kokuları, o enfes serinliği içine çekerken, biraz yaşlı görünüyordu. Sonra gözlerini açınca, çamaşırhaneden gelmiş hasır sepetler içindeki fırfırlı temiz çarşaflar gibiydi güller; koyu renkli ve ağırbaşlı karanfiller, başları dimdik duruyorlardı, ıtırşahiler yayılmışlardı çanaklarına; hareli mor, kar beyazı, soluk, sanki akşam olmuştu da lacivert göğüyle, o muhteşem yaz günü sonrası, kızlar muslin giysileriyle ıtırşahiler ve güller toplamaya çıkmışlardı; saat altı ile yedi arası bir an; bütün çiçekler, güller, karanfiller, süsenler, leylaklar -beyaz, mor, kırmızı, koyu turuncu- hepsi kendi kendine yanmakta gibiydi âdeta; usulca, dupduru, sisli yatağında; nasıl da severdi vişneli pastanın üstünde, akşamüstü çuha çiçeklerinin üzerinde bir ileri bir geri giden boz-beyaz renkte pervaneleri, ne de çok severdi.
Miss Pym’le birlikte bir vazodan diğerine doğru geçerken, saçmalık bu, saçmalık, dedi kendi kendine giderek alçalan bir sesle, sanki bu güzellik, bu koku, bu renk, Miss Pym’in gösterdiği ilgi ve güven, o nefreti, o canavarı yenip üzerini saran bir dalga gibi, onu yukarı ve daha da yukarı çıkardı ta ki… Aa, dışarıda bir tabanca patlamıştı!
“Ah şu otomobiller!..” dedi Miss Pym, dışarı bakmaya gittiği pencereden elleri ıtrışahilerle dolu geri dönerken, af diler gibi tebessüm ediyordu, sanki o otomobiller, o otomobillerin lastiklerinin patlaması onun suçuydu.
Miss Dalloway’in sıçramasına ve Miss Pym’in pencereye kadar gidip af dileyerek dönmesine sebep olan şiddetli patlama sesi Mulberry’nin tam karşısındaki kaldırıma yanaşan bir otomobilden gelmişti. Yoldan geçenler -tabii ki- durup baktılar, boz döşemeye yaslanmış önemli yüzü görmek için yeterli bir vakitti bu, sonra bir erkek eli panjuru çekti ve küçük bir boz rengi kareden başka hiçbir şey görünmez oldu.
Yine de Bond Sokağı’ndan Oxford Sokağı’na,7 Atkinson’ın parfümerisinden bir ötekine kadar söylentiler yayılıyordu; görünmeden, duyulmadan, tepelerin üstüne tül gibi süratle çöken bir bulut gibi; bir saniye önce karmakarışık olan yüzlerin üzerine gerçekten de bir bulut kadar ağırbaşlı ve sakince indi. Fakat şimdi gizemin kanatları değmişti yüzlerine, otoritenin sesini duymuşlardı, dinin ruhu gözleri sımsıkı bağlı, ağzı ardına kadar açık ortalığa salıverilmişti. Ama kimse kimin yüzünün görüldüğünü bilmiyordu. Galler prensi8 miydi, kraliçe mi, başbakan9 mı? Kimin yüzüydü o? Kimse bilmiyordu.
Kolunun altında kurşun borularla yürüyen Edgar J. Watkiss, yüksek sesle, muzip bir şekilde “Başbakanın arabası(!)” dedi.
Karşıya geçecek gücü kendinde bulamayan Septimus Warren Smith, duydu onu.
Septimus Warren Smith otuz yaşlarında, solgun yüzlü, gaga burunlu bir adamdı, kahverengi ayakkabılar ve eski püskü bir pardösü giyiyordu; kendini hiç tanımayanları bile endişelendiren ela gözleri tedirgin tedirgin bakıyordu. Dünya kırbacını kaldırmış; bakalım nereye indirecek?
Her şey olduğu gibi kalıvermişti. Motor sesleri bütün bedeni saran düzensiz bir kalp atışı gibi geliyordu kulağa. Güneş olağanüstü kızgınlıktaydı çünkü otomobil Mulberry’nin vitrininin önünde duruyordu; otobüslerin üst katlarındaki ihtiyar kadınlar siyah şemsiyelerini açtılar; şurada yeşil, burada kırmızı bir şemsiye açıldı pıt diye. Kucağı ıtırşahi demetleriyle dolu hâlde vitrine doğru ilerleyen Mrs. Dalloway dışarı baktı, küçük pembe suratı meraktan büzüşmüştü. Herkes otomobile baktı. Septimus baktı. Oğlanlar bisikletlerinden atladılar. Trafik tıkandı. Otomobil oracıkta duruyordu, panjurları çekilmiş, üzerinde tuhaf bir desen var, ağaç gibi, diye düşündü Septimus, gözlerinin önünde her şeyin bir noktada toplanışı, sanki korkunç bir şey yüzeye çıkıp, alevlere dönüşecekmiş gibi korkutuyordu onu.
Dünya dönüyor, titriyor ve ateş alacağım diye tehdit ediyordu. Yolu tıkayan benim, diye düşündü. Ona bakmıyorlar mıydı, parmaklarıyla kendisini göstermiyorlar mıydı; orada durması, kaldırıma çakılı kalması bir amaçla değil miydi? Ama hangi amaçla?
“Hadi gidelim Septimus!” dedi karısı, sivri, solgun suratlı, iri gözlü, ufak tefek bir kadın, bir İtalyan.
Ama Lucrezia otomobile ve panjurların üzerindeki ağaç desenine bakmaktan kendini alamıyordu. Acaba kraliçe miydi içerideki -kraliçe alışverişe mi çıkmıştı?
Bir şeyleri açan, çeviren, kapatan şoför, sonunda yerine geçti.
“Hadi!” dedi Lucrezia.
Fakat kocası -dört beş yıldır evliydiler- irkildi, yerinden sıçradı ve “Peki, peki!” dedi öfkeyle, karısı yaptığı işi bölmüşçesine.
İnsanlar fark ediyorlardır; insanlar görüyorlardır. İnsanlar, diye düşündü Lucrezia, gözlerini otomobile dikip kalabalığa bakarken; çocukları, atları ve giysileriyle İngilizler, ki bir bakıma hayrandı onlara, ama şimdi “insanlar” diyordu onlara çünkü Septimus “Kendimi öldüreceğim.” demişti; ne korkunç şey! Ya onu duydularsa? Kalabalığa baktı. “İmdat, imdat!” diye haykırmak istiyordu kasap çıraklarına ve kadınlara doğru. Yardım edin! Daha geçen sonbaharda Septimus’la birlikte aynı paltoya sarınmış hâlde Embankment’talardı; Septimus konuşmak yerine gazetesini okuyordu, Lucrezia gazeteyi elinden kapıp bunu gören ihtiyar adamın yüzüne bakarak gülmüştü! Ama insan başarısızlığını gizler. Septimus’ı alıp bir parka götürmeliydi, uzaklaştırmalıydı.
“Şimdi karşıya geçiyoruz.” dedi.
Onun kolu üstünde hâlâ hakkı vardı, her ne kadar duygusuz bir kolsa da… Daha yirmi dört yaşındaki bu kadına, İngiltere’de arkadaşsız bir başına kalan sıradan, içten ve uğruna İtalya’yı terk eden bu kadına bu kemik parçasını uzatıyordu şimdi Septimus.
Panjurları çekilmiş, esrarengiz bir ciddiyet havasına bürünmüş otomobil Piccadilly’ye doğru ilerledi; insanlar hâlâ bakıyor, caddenin her iki yanındaki bu yüzler kraliçeye mi, prense mi, başbakana mı, kime olduğunu bilmeden derin bir saygı ile bakarak duruyorlardı. Arabanın içindeki yüzü üç kişi, birkaç saniyeliğine, yalnızca bir defa görmüştü. Kişinin cinsiyeti bile tartışılıyordu şimdi. Ama arabadaki kişinin çok önemli biri olduğu kesindi; bu yüce şahıs, gizlice Bond Sokağı’ndan geçiyordu, sıradan insanlarla arasında yalnızca bir karış mesafe vardı ve kim bilir belki de ilk ve son defa İngiltere