benim Elizabeth’im!” dedi Clarissa, hisli bir şekilde hatta biraz fazla duygusallaşarak.
“Nasılsınız?” dedi Elizabeth onlara yaklaşırken.
Big Ben’in buçuğu duyuran sesi aralarında olağanüstü bir güçle yayıldı, sanki umursamaz, kayıtsız, güçlü genç bir adam, var gücüyle gülleleri bir o yana bir bu yana savuruyordu.
“Merhaba, Elizabeth!” diye bağırdı Peter, mendilini cebine sokuştururken hızla kızın yanına gitti, Clarissa’ya dönüp bakmadan “Hoşça kal, Clarissa!” dedi ve odayı aceleyle terk etti, aşağı doğru koşarak indi; holün kapısını açtı.
Onun ardından koşarken “Peter! Peter!” diye haykırdı Clarissa, “Partim! Partim bu gece! Unutma!” diye bağırdı, dışarının gürültüsünü bastırmak için sesini yükseltmek zorunda kalmıştı; trafik, saatlerin gürültüsü sesini bastırdı, “Geceki partimi unutma!” Peter Walsh arkasından kapıyı kapatırken cılız ve narin sesi gittikçe uzaklaşıyordu.
Partimi unutma, partimi unutma, diye söyleniyordu Peter sokağa çıkarken, Big Ben’in buçuğu vuran keskin sesine uyarak, aynı tempoda tekrarlıyordu (Kurşuni halkalar havada eridi.). Ah şu partiler, diye düşündü; Clarissa’nın partileri! Neden bu partileri verir sanki, diye düşündü. Ne onu ne de yakasında karanfil ve frakıyla ona doğru gelen o erkek bozuntusu suçluyordu. Dünyada yalnız tek bir kişi kendisinin durumunda olabilirdi, yani âşık. Ve işte oradaydı, Victoria Sokağı’nda bir otomobil imalatçısının vitrinine yansıyordu yüzü; o şanslı adam, kendisiydi; Hindistan arkasında kalmıştı; ovalar, dağlar, kolera salgınları, İrlanda’nın iki katı büyüklüğünde bir alan; kendi başına almak zorunda kaldığı kararlar; Peter Walsh, yani kendisi hayatında ilk defa âşıktı. Clarissa katılaşmış, duygusallığından da bir şey kaybetmemiş, diye düşündü otomobillere bakarken -mil başına kaç galon benzin yakarlar acaba? Zira mekaniğe ilgisi vardı; Hindistan’da oturduğu bölgede değişik bir saban üretmişti, İngiltere’den el arabaları getirtmişti ama yerlilere kullandırtmamıştı, bütün bunlardan Clarissa’nın hiç haberi yoktu.
“İşte benim Elizabeth’im!” deme şekli rahatsız etmişti Peter’ı. Neden basitçe “İşte Elizabeth!” dememişti ki? Samimiyetsizdi. Hem Elizabeth’in de hoşuna gitmemişti (Buçuğu vuran müthiş sesin son titreşimleri etrafını kuşatan havayı hâlâ sarsıyordu; erkendi daha; saat on bir buçuktu.). Peter gençleri anlardı; onları severdi. Clarissa eskiden beri hep soğuktu. Genç kızken bile çekingendi; orta yaşa gelince resmiyete dönüşen cinsten, sonra hepsi biter, hepsi biter, diye düşündü, vitrinin derinliklerine ümitsizce bakarken, acaba o saatte gitmekle ayıp mı etmişti, Clarissa’yı rahatsız mı etmişti; budalalığından utanç duydu aniden; ağlamış, duygusallaşmış, her şeyi anlatmıştı yine, her zamanki gibi.
Bir bulutun güneşi ardında bırakışı gibi çöker sessizlik Londra’ya ve zihinlere. Çabalar durur. Zaman direklere çarpar. Orada dururuz; orada kalırız. Kaskatı; alışkanlığın iskeleti yeter ayakta tutmaya insan gövdesini. O da bomboştur, dedi kendi kendine Peter; içinin oyulduğunu, bomboş kaldığını hissediyordu. Clarissa reddetti beni, diye düşündü. Orada dururken, Clarissa beni reddetti, diye düşündü.
Ah, diyordu St. Margaret’ın çanı, tam vaktinde salona girip konuklarının çoktan gelmiş olduğunu gören bir ev sahibesi gibi. Geç kalmadım ki! Saat tam on bir buçuk, diyordu. Yine de tamamıyla haklı olmasına rağmen, ev sahibesi olduğu için kişiliğini gizleme gereği duyuyor. Geçmişin kimi kederleri; şimdinin kimi tasaları onu durduruyor. On bir buçuk diyordu, St. Margaret’ın sesi yüreğinin kovuklarına kayıyor ve kendini sesin halkalarına gitgide gömüyordu, âdeta içini dökmek isteyen, açılmak isteyen, zevkten titreyerek huzurda olmak isteyen canlı bir şey gibi -tıpkı Clarissa gibi, diye düşündü Peter Walsh, tam vaktinde beyazlar içinde merdivenlerden inen Clarissa gibi. Clarissa gibi, diye düşündü derin bir duygusallık ve olağanüstü bir netlik içinde Clarissa gözünde canlanarak, sanki bu çan yıllar önce samimi bir şekilde otururlarken bal toplamış bir arı edasıyla bir oraya bir buraya savrulup, yaşanılan anı yüklenip terk etmişti odayı. Ama hangi oda? Hangi an? Ve neden çan çalarken derin bir mutluluk içindeydi? Sonra, St. Margaret’ın sesi usulca durgunlaşırken, hasta olmuş diye düşündü, çanın sesi bitkin ve acı geldi. Kalbiydi, hatırladı ve çanın son vuruşunun ani gürültüsü hayatın ortasında şaşırtarak gelen ölüm için çaldı, Clarissa oturma odasında olduğu yere yığılıyordu. Hayır, hayır, diye haykırdı Peter. Ölmedi! Ben yaşlı değilim, diye haykırdı ve sanki geleceği, o Whitehall’a doğru ilerlerken kendisine doğru gayretle, sonsuz bir şekilde geliyordu.
Yaşlı değildi, ne yapmacıktı ne de kurumuş. Dalloway’lerin Whitbread’lerin kendisi hakkında ne söylediklerine gelince, umurunda bile değildi (gerçi bir ara Richard’a ona bir iş bulup bulamayacağını soracaktı ama). Uzun adımlarla yürürken göz alıcı Cambridge dükünün heykelini seyretti. Oxford’dan atılmıştı -doğru. Sosyalistti, bir bakıma başarısızdı -doğru. Yine de medeniyetin geleceği böyle gençlerin elinde, diye düşündü; tıpkı kendisinin bir zaman olduğu gibi; onların soyut ilkelere olan aşkı; Londra’dan Himalayalar’ın tepesine kitaplar getirten, bilim okuyan, felsefe okuyan. Gelecek işte böyle gençlerin elinde, diye düşündü.
Arkasından ormandaki yaprakların pıtırtısını andıran bir ses geldi, bu ses düzenli, tok bir hışırtıyla birleşince düşüncelerinin önüne geçti, Whitehall’dan yukarı doğru çıkarken ister istemez bu seslere uydurdu adımlarını. Üniformalı, silahlı gençler gözleri ileride yürüyorlardı, kolları dümdüz ve dik, yüzlerinde ödev duygusu, minnettarlık, sadakat ve İngiltere sevgisi gibi bir anıtın dibine kazınmış kelimelerin harfleri okunuyordu.
Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «Литрес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию на Литрес.
Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.