Джек Лондон

Beyaz Diş


Скачать книгу

arada aklına bir şey geldi. Yükünü bıraktı ve kar tavuğunu aldığı yere geri koştu. Tek bir an için dahi tereddüt etmedi. Ne yapılması gerektiğini biliyordu. Kar tavuğunu yedi. Sonra da geri dönüp yükünü yüklendi.

      Bir günlük avının ürününü götürdüğünde dişi kurt dikkatle inceledi. Burnunu Tekgöz’e uzatıp omzunu hafifçe yaladı. Fakat sonra yavrulardan uzak durması için eskisinden daha az sert ve tehditkâr olmaktan çok özür diler bir tavırla hırladı. Yavruları için babalarından korkma içgüdüsü azalmıştı. Bir baba kurdun davranması gerektiği gibi davranıyor, dünyaya getirdiği canlıları yemek gibi fena bir istek belirtileri ortaya koymuyordu.

      BOZ YAVRU

      Kardeşlerinden farklıydı o. Sadece tüyleri dahi annesi dişi kurdun kızılımsı rengine ihanet ediyordu. Sadece o babasından almıştı rengini. Yavrular arasında gri renkli olan bir tek oydu. Hakiki bir kurttu. Aslında Tekgöz’e ait bütün özellikleri taşıyordu fiziksel olarak. Tek bir istisna dışında: Babasının tek gözü varken kendisinin iki gözü vardı.

      Boz yavrunun gözleri uzun süredir açık olmasa da çoktan net bir şekilde görebiliyordu. Gözleri kapalıyken ise dokunuyor, tadıyor ve kokluyordu. İki erkek kardeşi ile iki kız kardeşini iyi tanıyordu. Onlarla çelimsiz, tuhaf bir şekilde boğuşmaya, hatta dalaşmaya başlamıştı. Küçük boğazı tuhaf bir ciyaklama sesiyle (ulumanın habercisi) titremeye başlamıştı. Gözleri açılmadan çok önce dokunarak, tadarak ve koklayarak annesini tanımıştı. Sıvı gıdanın ve sevecenliğin kaynağıydı annesi. Küçük ve yumuşak bedenine değdiğinde kendisini sakinleştiren nazik, hassas bir dili vardı. Onu annesine yaslanarak uyumaya itiyordu.

      Hayatının ilk ayının çoğu bu şekilde uyuyarak geçti. Ama artık çok iyi görebildiğinden daha uzun süreler uyanık kalmaya başladı. Dünyayı öğrenmeye de başlıyordu. Onun dünyası kasvetliydi ama o bunu bilmiyordu. Başka bir dünya tanımıyordu çünkü. Loş ışıklıydı ve gözleri başka bir ışığa alışamamıştı. Dünyası çok küçüktü. Sınırları mağaranın duvarlarıydı. Fakat dışarıdaki dünyanın ne kadar geniş olduğunu bilemediğinden içinde bulunduğu dar alanda baskılanmış hissetmiyordu.

      Fakat erkenden öğrendiği şey dünyasının duvarlarından birinin diğerlerinden farklı olduğuydu. Burası ışığın da kaynağı olan mağara ağzıydı. Kendisine ait düşünceleri bilinçli bir iradesi olmadan keşfetmişti bu duvarın diğerlerinden farklı olduğunu. Daha gözlerini açıp bakamadan bile dayanılmaz bir çekiciliği vardı. Buradan gelen ışıklar mühürlü gözlerine vuruyor, gözleri küçük kıvılcım benzeri sıcak renkli ve keyif veren şeylerle titriyordu. Vücudundaki hayat, her bir hücre vücudunun özü olan canlılık, kendi şahsi yaşamı dışındaki bu canlılık bedenini keşfetmesine yol açıyordu.

      Başlarda, bilinçli yaşamı ortaya çıkmadan önce her zaman mağaranın ağzına doğru kıvrılırdı. Kardeşleri de aynı şekilde. O zamanlarda hiçbiri arka duvarın karanlık köşelerine doğru kıvrılmadı. Işık onları bitki misali çekti. Kendilerini oluşturan kimya, ışığı varlığın bir gerekliliğiymişçesine talep ediyordu. Böylece minik bedenleri körce ve kimyasal bir yaklaşımla âdeta asma filizleri gibi yavaş yavaş ilerliyordu. İleriki zamanlarda her biri kendine ait kişilik geliştirip dürtülerinin ve arzularının bilincine vardığında ışığın cazibesi arttı. Hep ona doğru yöneliyor ve uzanıyorlardı. Sonra da anneleri tarafından geri çekiliyorlardı.

      Boz yavru annesinin yumuşak, yatıştırıcı dili dışındaki özelliklerini işte bu şekilde öğrendi. Işığa doğru ısrarla yöneldiği zamanlarda annesinin azar anlamına gelen keskin burun dürtmesini keşfetti. Sonraları hızlı ve hesaplanmış bir pençe darbesiyle kendisini nasıl yuvarladığını gördü. Bu şekilde acıyı öğrendi. Daha da önemlisi acıdan kaçınmayı öğrendi. İlk olarak o riske girmemeyi, olur da o riske girerse kaçmayı ve geri çekilmeyi kavradı. Bunlar bilinçli eylemlerdi ve dünyaya dair ilk genellemelerin sonuçlarıydı. Öncesinde ışığa yöneldiğinde otomatik bir şekilde geri çekilirdi. Sonra ise acıdan dolayı geri çekildi çünkü acı canını yakardı.

      Haşin bir küçük yavruydu. Kardeşleri de aynı şekilde. Beklendiği gibi. Etçil bir hayvandı. Et öldürenlerle et yiyenlerin soyundan geliyordu. Yaşamının ilk anlarında emdiği süt doğrudan etten geliyordu. Şimdi bir aylıkken, gözleri bir haftadır açıkken kendisi et yemeye başlamıştı. Dişi kurt tarafından kısmen sindirilmiş etti bu. Memelerinden fazla talepte bulunan beş yavrusuna kustuğu et…

      Fakat o, yavrular arasında en haşin olanıydı. Hepsinden daha yüksek sesli ciyaklayarak ulurdu. Minik öfke hâlleri diğerlerinkinden daha korkunçtu. Başka bir yavruyu kurnaz bir pati darbesiyle yere serme oyununu ilk o öğrenmişti. Başka bir yavruyu kulaklarından yakalayıp çekerek dişlerini geçirmeyi öğrenen de yine ilk oydu. Yavrularını mağara ağzından uzaklaştırmak konusunda anneyi en çok zorlayan da kesinlikle oydu.

      Işığın cazibesi boz yavru için günden güne artıyordu. Devamlı olarak mağaranın girişine doğru bir metre uzunluğundaki bir maceraya atılıyor ve devamlı olarak geri çekiliyordu. Girişler, birilerinin bir yerden bir yere geçerken kullandığı geçitler hakkında bir şey bilmiyordu. Başka bir yere nasıl gidileceği bir yana başka bir yer olduğunu dahi bilmiyordu. Ona göre mağara girişi bir duvardı. Işıktan duvar. Bir mumun pervaneyi kendine çekmesi gibi kendine çekiyordu. Ona ulaşmak için her zaman çabalıyordu. İçindeki hayat, dışarıya ait bir çıkış olduğunu biliyordu. Fakat kendisi buna dair hiçbir şey öğrenmemişti henüz. Bir dışarısı olduğunu bile bilmiyordu.

      Bu ışık duvarına ait bir başka tuhaf şey daha vardı. Babasının (dünyada ikamet eden bir başka kimse olan babasını çoktan tanımaya başlamıştı, annesi gibi olan bir yaratık, ışığın yanında uyuyan ve et getiren) uzaktaki beyaz duvara kadar gidip kaybolmak gibi bir alışkanlığı vardı. Boz yavru bunun sebebini asla anlayamadı. Annesi her ne kadar o duvara yaklaşmasına izin vermese de diğer duvarlara yaklaşmış ve hassas burnuyla sert engellere çarpmıştı. Bu canını yakmıştı. Bu tür maceralardan birkaç kez sonra duvarları bıraktı. Duvarın içinde kaybolmanın babasına ait, süt ve yarı sindirilmiş etin de annesine ait bir tuhaflık olduğunu hiç düşünmeden kabul etti.

      İşin aslı boz renkli yarı düşünemezdi, en azından insanlar gibi düşünemezdi. Onun beyni daha bulanıktı. Yine de vardığı sonuçlar insanların hükümleri gibi keskin ve belirgindi. Nedenini ve nasılını düşünmeden bir şeyleri kabul etme yöntemi vardı. İşin aslı bu bir sınıflandırma eylemiydi. Herhangi bir şeyin nedenini düşünme zahmetine girmezdi. Nasıl olduğu kendisi için yeterliydi. Bu sebepten burnunu duvara birkaç kez vurduğunda duvarların içinden geçemediğini kabullendi. Aynı şekilde babasının duvarların içinden geçtiğini de kabul etti. Fakat kendisi ve babası arasındaki farkı anlamak için en ufak bir istek duymuyordu. Mantık ve fizik onun zihinsel yapısının parçaları değildi.

      Vahşi yaşamın birçok yaratığı gibi o da açlığı erkenden tecrübe etmişti. Öyle zamanlar oluyordu ki sadece et değil, annesinin memelerinden süt de gelmiyordu. Yavrular ilk seferlerde sızlanıp ağlasalar da çoğunlukla uyudular. Açlıktan bayılmaları çok zaman almadı. İtişmeleri ve dalaşmaları son buldu. Minik öfke nöbetleri ya da uluma teşebbüsleri yoktu. Bu arada beyaz duvara yaklaşma maceraları tamamen kesildi. İçlerindeki hayat titreyerek yok olurken yavrular uykuya daldılar.

      Tekgöz çaresizdi. Genişçe bir alanda dolanıyordu. Artık neşesiz ve sefil olan mağara girişinde çok az uyudu. Dişi kurt da aynı şekilde yuvasından ayrılıp et peşinde koştu. Yavruların doğumundan bir iki gün sonra Tekgöz birkaç sefer yerli kampına gidip tuzağa yakalanmış tavşanları getirmişti. Ancak karların erimesi ve akıntıların açılmasıyla beraber yerli