farkına varmasına rağmen bu duruma katlanmaya mecbur kaldı. Bu kafeslenmek değil de nedir?”
“Sevgili küçüğüm, bunlar senin kuruntuların. Kusura bakma ama sana inanmakta güçlük çekiyorum. Hep bardağın boş tarafını görüyorsun. Kötülükleri görüyorsun da güzel yanlarını göremiyorsun. Her yerde sorunlar, hayal kırıklıkları vardır. Evet, hepimiz büyük beklentiler içine girmeye eğilimliyiz. Ancak mutluluk planları başarısızlığa uğrayan insan, doğası gereği başka bir plana yönelir. İlk seferde yanlış hesap yapmış olabiliriz ancak ikincisinde daha iyi hesaplarız. Ne yapar eder mutluluğu buluruz. Sevgili Mary, oturduğu yerden pireyi deve yapan kötü niyetliler, evlenenlere oranla daha çok aldanırlar.”
“Bravo abla! Dayanışma ruhunu takdir ediyorum. Evlendiğimde ben de evlilik kurumuna senin kadar sadık kalacağım. Çevremdeki herkesin de bu şekilde davranması için çabalayacağım. Bu sayede birçok yürek yarasının önüne geçeceğim.”
“Sen de en az ağabeyin kadar fenasın Mary, ama ikinizi de tedavi edeceğiz. Mansfield ikinize de iyi gelecek, üstelik kafeslenmeden… Burada kalın da kendinize gelin.”
Crawford kardeşlerin tedavi olmaya niyetleri olmasa da kalmaya bir itirazları yoktu. Mary’nin papaz evinde keyfi yerindeydi. Henry de bu ziyareti biraz daha uzatma niyetindeydi. Buraya gelirken birkaç gün kalıp dönmeyi düşünüyordu. Ancak Mansfield umut vadediyordu. Hem başka yerde onu bekleyen bir şey de yoktu. İkisinin de kalmaya karar vermesi Mrs. Grant’i çok mutlu etmişti. Dr. Grant de bu durumdan ziyadesiyle memnundu. Miss Crawford gibi konuşkan, genç bir kızın varlığı üşengeç, evinden çıkmayan bu adama iyi geliyordu. Mr. Crawford’ın misafirliği de her gün Bordeaux şarabı içmelerine bahane oluyordu.
Bertram kardeşlerin Mr. Crawford’a olan hayranlığı, Miss Crawford’ın bugüne dek herhangi birine hissettiklerinin çok ötesindeydi. Öte yandan o da Bertram kardeşlerin çok hoş delikanlılar olduğunu, böylesine hoş iki genci bir arada bulmanın Londra’da bile kolay olmadığını düşünüyordu. Özellikle de büyük olanı çok kibardı. Büyük kardeş Tom, Edmund’a oranla Londra’da daha çok bulunmuştu. Kardeşinden daha cesur ve hayat doluydu. Dolayısıyla bir seçim yapacak olsa, Miss Crawford’ın tercihi Tom olurdu. Büyük kardeş olması da onu seçmesini sağlayan nedenlerden biriydi. Hisleri, büyük kardeşi daha çok sevmesi gerektiğini söylüyordu. Kendisi açısından en doğrusu buydu.
Tom’u kim olsa beğenirdi. Herkese kendisini sevdiren tiplerdendi. Rahat tavırlı, neşeli, çevresi geniş, ağzı iyi laf yapan, hoş bir delikanlıydı. Mansfield Park’ın ve baronet payesinin vârisi olması da pek fena bir şey sayılmazdı. Miss Crawford, Tom Bertram’ın kişiliğiyle, toplumdaki konumuyla kendisi için uygun olduğuna karar vermişti. Çevresinde gördüğü her şey de tercihini ondan yana kullanması gerektiğini gösterir nitelikteydi. Arazisi sekiz kilometreyi bulan gerçek bir park; nefis konumuyla, manzarasıyla kraliyetteki en güzel taşra evlerini tasvir eden gravür koleksiyonuna girmeyi hak eden, tek ihtiyacı baştan döşenmek olan, geniş, modern bir ev; sevimli kız kardeşler ve sessiz sakin bir anne… Üstelik babasına kumarı bırakma sözü vermişti ve günün birinde Sör Thomas’ın yerini alacaktı. Bu iş olur gibi görünüyordu. Onunla evlenmesine engel teşkil edecek bir durum yok gibiydi. Bu nedenle yarışlara katılan atıyla daha fazla ilgilenmeye karar verdi.
Tanışmalarından kısa bir süre sonra Tom, bu yarışlar için evden ayrılmıştı. Huyunu bilen aile üyeleri, birkaç haftadan evvel dönmeyeceğini düşünüyordu. Bu ayrılık Tom’un tutkusunun da sınanmasını sağlayacaktı. Tom, Miss Crawford’ı yarışlara gelmeye ikna etmek için epey dil döktü, kalabalık bir grup hâlinde gitme planları yapıldı, ancak hepsi lafta kaldı.
Ya Fanny? O ne yapıyor, ne düşünüyordu o sıralar? Aralarına yeni katılan insanlar hakkındaki fikri neydi? On sekiz yaşına gelip de Fanny kadar az danışılan, konuşulan bir kız pek yoktur. Yeni gelenleri uzaktan uzağa, sessizce gözleyen Fanny, Miss Crawford’ın güzelliğine hayran kalmıştı. Kuzenleri sürekli olarak tam aksini savunsa da Mr. Crawford’ı hâlâ çirkin buluyor, onun adını dahi ağzına almıyordu. Fanny’nin onlar üzerinde uyandırdığı izlenim ise şu şekildeydi: Mr. Bertram kardeşlerle yürüyüşe çıkan Miss Crawford, “Miss Price hariç hepinizi yavaş yavaş tanımaya başladım.” dedi, “Tanrı aşkına söylesenize, sosyeteye girdi mi, girmedi mi? Kafam karıştı. Papaz evindeki akşam yemeğine sizlerle birlikte geldi. Demek ki sosyeteye girdi. Ancak o kadar az konuşuyor ki sosyeteye girdiğine inanasım gelmiyor!”
Bu sorunun muhatabı Edmund’dı. Edmund, “Ne demek istediğinizi anladığımı sanıyorum ancak sorunuzu ben cevaplayamam. Kuzenim yetişkin bir insan… Yaşça ve kafaca yetişkin sayılır. Ancak sosyeteye girip girmediği konusunda cevap vermek beni aşar.”
“Yine de her şey ortada. Aranızdaki ayrım o kadar net ki! Davranışları da görünüşü de genel anlamda çok farklı. Şu ana dek bir kızın sosyeteye girip girmediği konusunda yanılabileceğimi sanmazdım. Henüz kabul edilmemiş olan kızlar hep aynı şekilde giyinir. Örneğin bağcıklı bone ağırbaşlı bir görüntü verir ve kişi hakkında pek bir şey anlatmaz. Gülüyorsunuz, ancak emin olun, gerçekten öyle. Abartılmadığı sürece böyle olması da iyidir. Kızlar sessiz ve mütevazı olmalıdır. En kötüsü de sosyeteye takdim edildiklerinde tavırlarında meydana gelen ani değişimdir. Çekingen bir kız, bir anda tam tersi oluverir. Kendisine güveni gelir! Mevcut sitemin tek kusuru işte bu! 18 19 yaşlarında bir kızın bir anda her işe yetişmesi çok hoş değil. Henüz bir yıl önce konuşmakta bile güçlük çeken birinin… Mr. Bertram, eminim siz de zaman zaman bu tür değişimlere şahit olmuşsunuzdur.”
“Sanırım olmuşumdur. Ancak bu yaptığınız hiç adil değil. Ne yapmaya çalıştığınızın farkındayım. Beni ve Miss Anderson’ı alaya alıyorsunuz.”
“Hiç de değil! Miss Anderson kim? Kimden söz ettiğinizi bilmiyorum. Bu konuda hiçbir fikrim yok. Ancak anlatırsanız memnuniyetle alaya alabilirim.”
“Çok başarılısınız ama o kadar kolay kanmam. Bir genç kızın değişimini anlatırken Miss Anderson’ı tasvir ediyordunuz. Çok net, hataya yer bırakmayacak şekilde resmettiniz. Buna eminim. Baker Caddesi’nde yaşayan Miss Anderson… Daha geçen gün onları konuşuyorduk. Edmund, Charles Anderson’dan bahsetmişimdir. Her şey aynen bu hanımefendinin anlattığı gibi gerçekleşti. Anderson beni iki yıl önce ailesiyle tanıştırdığında kız kardeşi henüz sosyeteye girmemişti. O dönemde ne yaptıysam ağzından bir çift laf alamamıştım. Bir sabah, bir saat boyunca oturup Anderson’ı beklemiştim. Odada benden başka, kız kardeşi ve iki küçük kız daha vardı. Mürebbiyeleri ya hastaydı ya da evden kaçmışı. Annesi ise elinde birtakım kâğıtlarla girip çıkıyordu. Kız onca zaman benimle tek kelime konuşmadı. Hatta kafasını kaldırıp bakmadı bile. Dudaklarını büzdü, acayip bir havayla kafasını başka yana çevirdi! Kızı sonraki on iki ay boyunca görmedim. Sonraki görüşümde artık sosyeteye girmişti. Mrs. Holford’ın evinde karşılaşmıştık. Başta çıkartamamıştım, fakat yanıma gelerek daha önce tanıştığımızı söylemiş ve gözlerini dikip bakmaya, gülüp anlatmaya başlamıştı. Ne yana bakacağımı şaşırmıştım. Salondakilerin alay konusu olmuştum. Anlaşılan Miss Crawford da duymuş bu hikâyeyi.”
“Çok hoş bir hikâye… Hayatın gerçeğini yansıtıyor. Böyleleri çok var. Anneler maalesef kızlarını yetiştirme konusunda henüz doğru yolu bulabilmiş değil. Hata nerede bilemiyorum. İnsanlara doğru yolu göstermek haddim değil ancak insanların bu konuda yanıldığına sıklıkla şahit oluyorum.”
Mr. Bertram kibar bir şekilde, “Davranışlarıyla bir kadının nasıl olması gerektiğini tüm dünyaya sergileyenler…” dedi, “İnsanlara doğru yolu gösterme konusunda çok şey yapmış sayılır.”
“Hatanın