delikanlının her okşayışında, kadın da biraz daha gençleşiyordu.
Perm’de vaftiz babasının bir mektubu bekliyordu Foma’yı. Mektupta, İnyat’ın oğluna tasalanıp kendini içkiye verdiği ve bu yaşta böyle içmenin sağlığa son derece zararlı olduğu bildiriliyor ve işleri bir an önce halledip hemen dönmesi öğütleniyordu. Foma bir endişe hissetmişti bu öğütte ve içindeki şenlik kararır gibi olmuştu; ama bu karanlık, bir yandan iş hayatının kaygıları, bir yandan Pelajya’nın okşayışlarıyla çabucak dağılacaktı. Irmaktaki dalgaların hızıyla akıyordu delikanlının hayatı; her geçen gün yeni duyumlar getiriyor ve bu yeni duyumlardan da yeni düşünceler doğuyordu. Pelajya, hayat kadehinin son damlalarını yudumlaya yudumlaya içmek azminde olan kadınların bütün o müthiş sevgi gücüyle sarılmıştı Foma’ya. Ama kimi zaman, delikanlıya, bir o kadar güçlü başka bir duyguyla bağlanıyordu. Oğlunu hatalara karşı uyarmak, ona yaşamak sanatını öğretmek isteyen bir ananınkine benzer bir duyguydu bu. Ve geceleri güverteye oturduklarında Foma’ya sımsıkı sarılır, hüzün taşan bir sevgiyle konuşurdu hep:
“Ablan yerine koy ve öyle dinle beni. İnsanları tanırım ben, hayatımda neler neler görmüşüm!.. Arkadaşlarını seçmeden önce iki kere yokla çünkü hastalık gibi bulaşıcı insanlar vardır… Eğer başlangıçta ne biçim bir adam olduğunu anlamayacak olursan karşındakinin, hop! Onun bitleri sana da geçer… Benim cinsimden kadınlarla, Meryem Ana seni şerlerinden korusun, temkinli ol. Daha pek körpesin henüz, yüreğin sınanmamış. Senin gibi delikanlılara doymak bilmez kadınlar: Güçlü kuvvetli, yakışıklı ve zenginsin… Çıtkırıldımlardan kork asıl, sülük gibi yapışırlar adama; içlerinde en şefkatli, en iyi yürekli olanı bile son damlasına kadar emer kanını. Bütün gücünü sömürür alır senden ve kendini en ufak bir tehlikeye atmaz; ceremesini çekmemek şartıyla koparır senin yüreğini… Daha çok gönlünün sesiyle yola çıkanları seç, benim gibi olanları mesela! Keselerini doldurmaya bakmadan yaşar çünkü benim gibi olanlar…”
Gerçekten de çıkar gözetmeyen bir kadındı Pelajya. Perm’de ona birçok ziynet ve öteberi almıştı Foma; müthiş sevinmişti önce, mutlu olmuştu, sonra bir süre düşünmüş ve kaygılı bir sesle, “Avuç dolusu harcıyorsun parayı…” demişti. “Dikkat et baban kızmasın! Ve beni hiç düşünme, ben seni karşılıksız seviyorum…”
Kazan’da evli bir kız kardeşi olduğunu ve onunla birlikte ancak Kazan’a kadar gelebileceğini önceden söylemişti Foma’ya. Ama Pelajya’nın kendisini terk edip gideceğine inanmıyordu Foma ve Kazan’a bir gün kala Pelajya kararını tekrarlayınca, birden karardı, kendisini bırakmaması için ona yalvarmaya başladı.
“Dereyi görmeden paçaları sıvamayalım…” dedi kadın. “Daha önümüzde koskocaman bir gece var. Elveda demek ağır geliyorsa, o zaman düşünürüz!”
Ama Foma dinlemiyor, devam ediyordu; sonunda, onunla evlenmeye hazır olduğunu söyledi. Gülmeye başlamıştı Pelajya:
“Şuna bakın hele, neredeyse baştan çıkaracak beni!.. Seninle evlenmek, öyle mi?.. Peki ya kocam varsa?.. Benim tatlı bebeğim, nasıl da safsın sen!.. Demek evliliğe susadın birdenbire? Ama benim cinsimden kızlar evlenmeye yaramaz pek!.. Benim gibi bir sürü metres tutarsın önce… Bütün zevkleri tadıp kurtlarını iyice döktükten sonra, şöyle bir başını dinlemek isteyince evlen, anlıyor musun! Sıhhatli bir adam rahatını güdüyorsa, genç evlenmemeli derim; tek kadın doyurmaz genç adamı çünkü, gider başkasına dadanır… Sözün kısası sevgilim, kendi mutluluğun adına, ancak bir tek kadının sana yeteceğini fark ettiğin an evlenmelisin…”
Pelajya konuştukça Foma biraz daha ısrar ediyor, ondan ayrılmamak için ayak diretiyordu.
“İnadı bırak da beni dinle…” dedi kadın sakin bir sesle. “Eğer elinde bir fener varsa ve fenersiz de önünü görebiliyorsan, ne yaparsın? Fırlatır atarsın feneri hemen suya. Çünkü böylelikle hem elin yanmaz hem de o pis yanmış yağ kokusunu çekmemiş olursun…”
“Ne demek istediğini anlamıyorum ki!..”
“Daha açık söyleyeyim öyleyse; sen bana kötülük etmedin, dolayısıyla ben de sana kötülük etmek istemem… Bunun için de çekip gidiyorum işte!”
Eğer hiç beklenmedik bir olay zuhur etmeseydi, bu tartışmanın nasıl sona ereceğini söylemek zor olurdu; Kazan’da, Maya-kin’den bir telgraf aldı Foma. Yakob Tarasoviç, vaftiz oğluna şu kısa ve kesin emri veriyordu: “Derhâl bir yolcu gemisine atla ve gel.” İçini bir acı bürüdü. Birkaç saat sonra da, soluk ve suratı asık bir hâlde, yolcu gemisinin güvertesindeydi. Ve gemi hareket ettiğinde, dişleri kenetlenmiş, parmaklığa sımsıkı yapışmış, hareketsiz, gözlerini kırpmadan, sevgilisinin rıhtım ve kıyıyla birlikte uzakta silinmekte olan yüzüne bakıyordu. Mendilini sallıyordu Pelajya ve gülümseyişi devam ediyordu, ama Foma biliyordu ki kadın ağlamaktaydı. Delikanlının gömleğinin ön kısmı, gözyaşlarından ıslanmış durumdaydı şimdi; bu yaşlar, soğuk ve ağır bir kuşkuyla doldurmuştu yüreğini. Kadının silüeti, erir gibi, gittikçe biraz daha küçülüyordu. Foma, gözlerini bir an bile ayırmaksızın bakıyordu ve babası için kaygılı veya bu kadından ötürü üzgün olmak yerine, şiddetli ve kemirici yepyeni bir duygunun doğduğunu hissediyordu içinde. Tam adlandıramıyordu ama isyana yakın bir duyguydu bu.
İskeledeki kalabalık sanki eriyor ve çehresiz, şekilsiz, hareketsiz, siyah ve yekpare bir leke hâlini alıyordu. Foma güvertede bir aşağı bir yukarı yürümeye koyulmuştu.
Yolcu konuşmalarının uğultusu kaplamıştı artık güverteyi. Herkes çay içmek üzere iskemlelere yerleşiyor; küçük garsonlar, büyük bir telaş içinde tek ayaklı yuvarlak masalar taşıyordu. Aşağıda, kıç tarafta bir yerde, üçüncü mevkide yani, bir çocuk gülüyor, bir akordeon inliyordu; aşçıbaşının durmadan çalışan satırının sesi, kap kacak şıngırtısına karışıyordu. Dalgaları yara yara, köpükler saçarak ve sürekli sarsılarak, akıntıya karşı hızla ilerliyordu koca vapur… Pupada, bölünüp parçalanan azgın dalgaların geniş şeritlerine baktı Foma ve birdenbire vahşi bir arzu kapladı içini: Ne olursa olsun kırmak, yırtmak ve akıntıyı göğüsleyip paramparça ederek gitmek istedi…
“Kaderi…” dedi yanından doğru yükselen boğuk ve yorgun bir ses.
Tanıyordu Foma bu sözü. Anfisa hala, sorularına bu kelimeyle cevap verirdi çoğu zaman. Ve bu ufacık söz, Foma’nın gözünde, Tanrı’nın kudretine benzer bir kuvveti temsil ederdi… Konuşanlara bir göz attı: Birisi nur yüzlü, zeki, ufak tefek bir ihtiyardı. Biraz daha gençti öteki, bıkkınlık taşan kocaman gözleri ve iki sivri uç hâlinde biten siyah bir sakalı vardı; iri burnu, çökük ve solgun yanaklarıyla, vaftiz babasını hatırlatıyordu… “Kader, evet!..”
Karşısındakinin sözünü alıp inanmış bir edayla tekrar ederken, bıyık altından gülmüştü ihtiyar. Devam etti:
“Irmakta avlanan balıkçı gibidir kader hayatta: Bir olta atar telaşımıza; acizdir, hemen kaparız ve çeker oltasını sudan; yüreğimiz paramparça kıvranır dururuz artık toprağın üzerinde… Böyledir işte kader, sevgili dostum…”
Güneş ışınları sanki suratına vuruyor gibi, gözlerini yumdu Foma ve başını sallayarak yüksek sesle, “Doğru! Çook doğru!” dedi.
Konuşanlar gözlerini ona dikmişlerdi: Zarif ve zeki bir gülümseyişle bakıyordu ihtiyar; kocaman gözlü adamsa biraz ürkek, biraz kızgın ve göz ucuyla… Utandı Foma, kızararak uzaklaştı onlardan. Kaderi düşünüyordu. Niye iyi davranmıştı sanki ona kader, niye okşayıp şımartmıştı onu birden ve hakaret edercesine çekip geri alacağı bir kadını niye armağan etmişti sanki!.. İçini kemiren