Fromentin Eugène

Dominique


Скачать книгу

devresi sayınız. Şimdi hiçbir gününüz geçmesin ki o gün kendi kendinize şu sözü söylemiş olmayasınız: Kişi çalışmakla meramına erer ve hiçbir gece Paris’i düşünmeden uyumayınız. Paris sizi bekliyor ve orada sizinle tekrar görüşeceğiz.”

      Mertçe bir otorite jesti ile elimi sıktı ve odasına çıkmak için bir sıçrayışta merdiven başını buldu.

      Ben de bahçeye indim. İhtiyar André çiçek tarlalarını çapalamakla meşguldü. Büyük bir telaş içinde olduğumu hâlimden sezerek “Hayır ola Mösyö Dominique, ne haber?” diye sordu.

      “Haber şu ki zavallı André’ciğim, üç güne kadar koleje giriyorum.” dedim ve parkın öbür ucuna giderek akşama kadar orada saklandım.

      IV

      Üç gün sonra Madam Ceyssac ve Augustin’in refakatinde Trembles’dan ayrıldım. Sabah çok erkendi. Bütün ev ayakta idi. Hizmetçiler etrafımızda dolanıyorlardı. André hayvanların başında duruyordu. Herkesi matem içinde bırakan geçen günkü acı haberden beri onu hiç bu kadar meyus bir hâlde görmemiştim. İspirlik26 âdeti değilken arabacının yerine çıkıp oturdu ve açık bir tırısla hayvanlar yollandılar.

      Pek iyi bildiğim Villeneuve’den geçerken eski küçük arkadaşlarımdan iki üçünü gördüm. Büyümüşler, birer delikanlı gibi olmuşlar. Bel, kürek omuzlarında tarla tarafına gidiyorlardı. Araba gürültüsünü duyunca başlarını çevirip baktılar ve bunun adi bir gezme gidişi olmadığını anlayınca hayırlı yolculuklar temenni eden şen selamlarla bizi uğurladılar.

      Güneş doğuyordu. Bütün bütün kırlara, artık tanımadığım yerlere çıkmıştık. Baktım, yeni yeni simalar geçiyordu. Halamın gözleri benden ayrılmıyor ve şefkatle beni tetkik ediyordu. Augustin’in yüzünde parlayan bir sevinç vardı. Benim içimde melal olduğu kadar sıkıntı da vardı.

      Ormesson’la aramızdaki on iki fersahlık mesafeyi almak için koca bir gün akşama kadar yürümek icap etti. Güneş batmak üzere idi ki araba kapısından ayrılmayan Augustin damdan düşer gibi halama şöyle dedi:

      “İşte madam, Saint-Pierre’in kuleleri göründü.”

      Buraları düzlük, soluk, tatsız ve ıslaktı. Ötesinde berisinde sivri çan kuleleri yükselen basık bir şehir, sazların arkasında belirmeye başladı. Çayırlardan sonra batak yerler, beyazımsı söğütlerden sonra sararmaya başlayan kavaklar geliyordu. Sağ tarafta bir nehrin bulanık suyu, çamurlu yamaçlar arasında, yuvarlanıp akıyordu. Kenarda ve suyun iki bölüm gösterdiği ağaç gövdeleri arasında kereste yüklü gemiler ve hiç yüzdürülmemiş gibi çamura batmış eski salapuryalar vardı. Çayırdan nehre doğru inen kazlar, vahşi çığlıklarla arabanın önünde koşuyorlardı. Uzaklarda, cedvel kenarlarındaki tarlalar arasında sıcak sislerin sardığı küçük çiftlikler hayal meyal görünüyor ve deniz rutubetine pek benzemeyen bir nemlik, sanki hava pek soğukmuş gibi, beni üşütüyordu.

      Araba bir köprüye geldi. Hayvanlar küçük adımlarla bunu geçtiler. Sonra yolumuz uzun bir bulvara çıktı. Artık enikonu karanlık basmıştı. Hayvanlar daha sert bir kaldırım üstünde gitmeye başlayınca şehre girmiş olduğumuzu anladım. Hesabıma göre hareketimizden beri on iki saat geçmişti ve on iki fersahlık bir mesafe ile Trembles’dan uzaklaşmış bulunuyordum.

      İçimden “Bitti!” dedim. “Hepsi bitti. Bir daha geri gitmenin imkânı yok.”

      Ve bir hapishane kapısından girer gibi Madam Ceyssac’ın evine girdim. Büyük bir konak. Şehrin en tenha bir yerinde değil, fakat en ağırbaşlı bir yerinde, yüksek duvarlarının gölgesinde küflenen pek küçük bir bahçe ile manastıra bitişik, havasız, manzarasız büyük odalar, ses veren dehlizler, karanlık bir yuva içinde dönme bir taş merdiven ve bütün bu yerleri canlandırmaktan uzak pek az insan… Orada eski zaman âdetlerinin soğukluğu, taşra âdetlerinin müsamahasızlığı, ananelere hürmet, etikete riayet, her şeyde bolluk, büyük bir refah ve bir can sıkıntısı hissolunurdu. Üst kattan şehrin bir kısmı, yani isli çatılar, manastırın yatakhaneleri ve çan kuleleri görülürdü. Benim odam da işte bu katta idi.

      Fena bir uyku uyudum; hiç uyumadım desem de caiz. Her yarım saatte veya çeyrek saatte bir, evin muhtelif saatleri, ayrı bir ahenk ile çalıyor. Hiçbiri Villeneuve saatinin paslı sesiyle kendini pek kolay tanıtan köy çıngırağına benzemiyordu. Sokaktan ayak sesleri geliyor, şiddetle çevrilen bir çocuk oyuncağı, bir kaynana zırıltısı, gürültünün uyuması demek caiz olan bu hususi şehir sükûneti içinde çınlıyor, bu sırada kulağıma acayip bir ses, terennüm eder gibi ağır, muttarit bir erkek sesi geliyordu. Bu ses her hecede biraz daha yükselerek “Saat bir, saat iki, saat üç, saat üçü çaldı.” diyordu.

      Sabahleyin erkenden Augustin geldi. “Ben…” dedi. “Sizi hemen koleje kaydettirmek ve hakkınızdaki tasavvurlarımdan müdüre bahsetmek istiyorum.”

      Biraz durdu ve mütevazıca ilave etti:

      “Böyle bir tavsiye, öteden beri bana son derece itimadı olan ve gayretimi takdir eden bir kimseye karşı olmasaydı hiçbir değeri olmazdı.”

      Mektebe gidişimiz dediği gibi oldu; fakat ben kendimde değildim. Koyun gibi götürüldüm, getirildim, avlulardan geçtim ve bu yeni ihtisaslara karşı tamamıyla bikayt, dershaneleri gördüm.

      Daha o gün yolcu kıyafetine giren Augustin, meşin bir valize tıkılmış bütün bagajını kendi taşıyarak saat dörtte şehrin meydanına gitti. Paris’e gidecek olan araba koşulmuş, orada harekete hazır bulunuyordu.

      Benimle birlikte kendisini uğurlamaya gelen halama dönerek “Madam…” dedi. “Dört senedir devamlı bir surette gösterdiğiniz şu alakadan dolayı size bir kere daha teşekkür ederim. Mösyö Dominique’e okuma hevesini ve bir insan zevkini verebilmek için elimden geleni yaptım. Paris’e gelecek olursa orada beni bulacağından ve ne zaman olursa olsun bugünkü gibi kendisi için fedakâr olacağımdan emindir.”

      Hakiki bir teessürle boynuma sarılarak “Bana mektup yazınız.” dedi. “Bir o kadar da benim yazacağımı vadediyorum. Hadi bakalım, büyük bir gayret, iyi bir şans dilerim. Bunlar hep sizde olan şeyler.”

      Arabanın üst kısmına çıkıp oturmasını müteakip ispir gemleri toparladı.

      Yarı şen, yarı mahzun bir ifade ile bana bakarak “Allah’a ısmarladık!” dedi. İspirin kamçısı dört beygirin üstünde şakladı ve araba Paris yolunu tuttu.

      Ertesi sabah saat sekizde ben kolejde bulunuyordum. Talebenin avluda başıma üşüşmelerine ve yeni gelenlere karşı pek de lütufkâr olmayan tetkik ve tecessüslerine meydan vermemek için içeriye en sonra giren ben oldum. Onun için karşımdaki sarı boyalı kapıya gözümü dikerek dosdoğru yürüdüm. Bu kapının üstünde “İkinci” diye yazılı idi. Eşiğinde, saçlarına kır karışmış, yüzü soluk ve yorgun; ne kaba ne aptal, ağırbaşlı bir adam duruyordu. Beni görünce “Hadi bakalım.” dedi. “Biraz daha çabuk.”

      İntizama bu davet ve bir yabancı tarafından bana tevcih edilen bu ilk disiplin ihtarı benim, başımı kaldırıp kendisini tetkik etmeme sebep oldu. Onda bir titizlenme ve bir kayıtsızlık hâli vardı. Bana söylediğini unutmuştu bile. Augustin’in sözlerini hatırladım. Kafamın içinde bir stoyisizm ve bir azmüsebat şimşeği dolaştı. İçimden Hakkı var! dedim. Yarım dakika geciktim.

      Ve hemen içeri girdim.

      Muallim kürsüye çıktı ve dikte etmeye başladı. Bu, bir başlangıç kompozisyonu idi. İlk defa olarak izzetinefsim, rakip ihtiraslara karşı mücadeleye girmiş bulunuyordu. Yeni arkadaşlarımı gözden geçirdim ve kendimi yapayalnız buldum. Sınıf