yahut pek küçük oldukları için toprak işlerinde çalıştırılamayanlardı ve hepsi, istikbali mutlak bir kayıtsızlıkla karşılamak hususunda hâlleriyle bizzat beni teşvik eden birer numune idiler. Gariptir ki bana hoş gelen biricik terbiye ve beni isyan ettirmeyen yegâne malumat -ki emin olun, yegâne devamlı ve pozitif semere verenler de onlardır- bana gene o çocuklardan geliyordu. Görenekle ve pratik bir surette köy hayatının ufak tefek bilgileri ve cazibesi demek olan ilimleri farkında olmayarak elde ediyordum. Bu kabil bilgilerden menfaat görmek için aranılan bütün evsafı16 haizdim: Tam bir sıhhat, gürbüz bir vücut; köylü gözleri, yani mükemmel bir görüş, küçük yaştan beri en hafif sesleri almaya alışmış kulaklar, yorulmaz bacaklar, bunlarla beraber bol ve açık havada yapılan işlere karşı bir sevgi, görülen, işitilen, müşahede ve tetkik edilen şeylere karşı kaygı, okunan hikâyelerden çok zevk almayış, anlatılanları büyük bir merak ile dinleyiş! Kitapların en harikalısı beni masallarınki kadar alakadar etmezdi ve ben köylü hurafelerini yazılmış peri masallarına üstün tutardım.
On yaşında iken ben de bütün Villeneuve çocuklarına benzemiştim: Onlar ne biliyorlarsa ben de biliyor ve onlar gibi babalarının bildiğinin bir parça daha azını biliyordum. Fakat onlarla benim aramda o zaman pek belli olmayan, fakat sonra birdenbire taayyün eden bir fark vardı ki o da şu idi: İçinde beraber yaşadığımız hayat ve hadisattan benim öyle duygularım vardı ki bunların hepsi onlara yabancı görünüyordu.
Mesela… Şimdi şöyle bir düşününce olduğu gibi hatırlıyorum. Tuzakları yapmak, çit boyunca onları kurmak, kuşun gelişini gözlemek kuş avının bence en cazip tarafı değildi. İspatı da şu ki o mütemadi pusuda beklemelerin hatırımda kalan biraz canlı noktaları olmasıdır: Bazı yerlerin net olarak gözümün önüne gelişi, tamamı tamamına vaktini, saatini bilişim, hatta o zamandan beri hâlâ duyulmaktan hali kalmayan bazı seslere dikkat edişim gibi…
Aradan otuz beş yıl geçtiği hâlde şimdi mesela size desem ki bir akşam yeni sürülmüş bir tarladan tuzaklarımı alırken ortalık sakin, gökyüzü sincabi idi. Hava şöyle idi. Filan rüzgâr esiyordu. Eylülün sürü sürü kumruları sesli sesli kanat çırparak kırlardan geçiyorlardı veya ovanın her yanında bezleri yırtılmış yel değirmenleri bir türlü esmeyen rüzgârı bekliyorlardı, filan filan… Ne dersiniz? Çocukluğuma verirsiniz, değil mi? Nasıl oluyor da bu kadar az ehemmiyeti olan şeyler tastamam tarihiyle, günü ile saati ile zihnimde yer etmiş bulunuyor ve bunu benim gibi olgunluk devrini de geçirmiş bir adam söz arasında nasıl hatırlayıp yerli yerinde size söylüyor, bilemem. Yalnız binbir hadise içinde bunu zikretmekten maksadım şunu belirtmeye çalışmak; daha o zamanlar haricen benden bir şeyler yükseliyor ve içimde bilmem nasıl hususi bir hafıza teşekkül ediyordu ki vakıalara karşı pek hassas olmakla beraber bana garip bir kavrayış kabiliyeti, intibaları sezmek ferasetini veriyordu.
Ortada -bilhassa benim istikbalimi düşünenlere göre- müspet olarak bir şey varsa o da benim gördüğüm sözde çetin terbiyenin pek fena olması idi. Oyun ve eğlenceden başka bir şey düşünmüyor, senli benli teklifsiz görüştüğüm köylü arkadaşlarımla kol kola geziyordum. Böyle olmakla beraber hakikatte ben yalnızdım. Beni bekleyen istikbalime binbir cihetten uygunsuz şerait içinde soyca sopça yalnız, paye ve unvanca yalnızdım. Öyle kimselere bağlanıyordum ki onlar benim dostum, arkadaşım değil, ancak uşağım olabilirlerdi. Bu bağlılık haberim olmayarak öyle kökleşiyor ve Allah bilir, nasıl dayanıklı elyaf ile öyle bir muhitte pekleşiyordu ki bu yerleri terk etmek, hem hiç vakit kaybetmeden terk etmek lazımdı. Nihayet bende öyle itiyatlar yerleşiyordu ki, sonra anlayacağınız veçhile, mizacımda bir ikilik vücuda getiriyordu: Yarı köylü, yarı musiki heveskârı, kâh biri kâh öteki, çok kere ikisi bir arada, fakat hiçbiri ötekinden üstün değil.
Daha evvel de dedim ya, cehaletim son derece idi. Halam bunu fark edince acele Trembles’ya bir mürebbi getirtti: Ormesson Kolejinde genç bir müzakereci, olgun bir kafa, sade, dobra, kati, çok okumuş, her mesele hakkında bir fikri var, harekâtında çabuk -fakat hiçbir vakit hareketinin amillerini münakaşa ve tetkik etmeden değil- çok pratik ve zorunlu olarak çok haris. Hayata onun kadar az ideal ve çok itidal ile giren ve varidatı az olduğu nispette metaneti çok olan hiç kimse görmedim.
Evzası17 serbest, gözü parlak, sözü tok, meclislerde göze çarpmayacak derecede tavrı, hareketi ve fikri zarif, benim karakterime pek az benzediği için çarpışmalarımızda beni pek üzen bir karakteri var; fakat derhâl ilave etmeliyim ki hakikaten iyi yürekli olan bu gencin duygularındaki doğruluk ve fikrindeki selamet her tecrübenin fevkinde idi. Eksiksiz olmamakla beraber fazla da açık vermeyen bu mizacın bir hassası da eksik taraflarını telafi edecek bazı galip tarafları olması ve bu suretle kendi kendisini tamamlayarak en ufak bir boşluğu kaldığı şüphesine meydan vermemesi idi. Tam yirmi dört yaşında olmasına rağmen yaşı otuzuna yakın tahmin edilebilirdi. Vaftiz adı Augustin idi. “Yeni bir emre kadar” ben onu bu isimle yâd edeceğim.
Bize gelip yerleştikten sonra benim yaşayış tarzım hemen değişti veya hiç olmazsa ikiye bölündü. Vakıa eski itiyatlarımdan katiyen vazgeçmedim, fakat yeni itiyatların zoru ile karşılandım. Şimdi benim kitaplarım, ders defterlerim ve çalışma saatlerim vardı. Bu suretle teneffüs zamanlarında müsaade edilen oyunlarımdan daha canlı bir zevk almaya başladım ve kendi tabirimle kırlara olan düşkünlüğüm şu teneffüs ihtiyacıyla daha ziyade arttı.
Trembles Şatosu aynıyla şimdi gördüğünüz hâlde idi. Daha mı kasvetli idi? Çocuklar etrafındaki şeyleri büyüttükleri gibi şenlendirmek için de öyle müsait bir mizaca maliktirler ki sonraları, zahirî hiçbir sebep olmaksızın ve sırf bakış eski bakış ve görüş olmadığı için her şey küçülür ve kasvetlenir. Kendisini tanımış olduğunuz André ki altmış yıldır evden çıkmamıştır, burada her şeyin aşağı yukarı bugünkü gibi cereyan etmiş olduğunu bana kaç kere söylemiştir. İsmimin markasını yazmak ve olur olmaz her şey için hatırlatıcı mühürler basmak merakına daha o zamanlar düştüğüme göre, eğer hatıralarımda zühulüm18 olmasaydı, bunlar o hatıraları muntazam bir surette tertibe yarayabilirdi. Bu kabilden olarak göreceksiniz, öyle zamanlar olmuştur ki size bahsettiğim şu çocukluk devirlerimden beni ayıran uzun seneler nazarımda silinir. Ondan sonra yaşadığımı, daha ağır gailelere düştüğümü, muhtelif sevinç ve kederlere maruz kaldığımı ve beni daha çok ciddiyetle müteessir edecek sebepler olduğunu unuturum. Âlem gene o âlem olduğu için ben aynı hâlde yaşıyorum. İnsanın eski bir itiyada tekrar düşmesi gibi bir şey. Yahut müsaade edin de kendi hâlime biraz daha uygun bulduğum şu tasviri yapayım: Bu tamamen iltiyam bulmuş eski bir yaradır. Fakat hassasiyetini muhafaza etmiş bir yara ki apansız azar ve tabir caizse sizi bağırtır. Tasavvur ediniz: Geç başladığım koleje gitmeden evvel hiçbir gün olmamıştır ki şu aşağıda gördüğünüz köyü gözümden ayırmış olayım. O köy aynı yerde, aynı âdetlerle yaşıyor. Vaktiyle orada gördüklerimi tıpkı eskisi gibi ve bana onları tanıtıp sevdiren aynı mana ile buluyorum. Şunu bilin ki o devre ait hiçbir hatıram silinmemiş, hayır şöyle söyleyecektim: Silinmeye yüz tutmamıştır bile. Şimdi size bunları anlatırken bana çocukluğumu iade edecek derecede gençleştirmeye muhakkak tesiri olan bu hatıralarımda sadet haricine çıkarsam buna şaşmayınız. Bilhassa bazı isimler, hele yer isimleri var ki itidalimi muhafaza ederek onları telaffuza hiçbir zaman kadir olamamışımdır: İşte Trembles ismi de bu cümledendir.
Siz Trembles’yı benim bildiğim kadar bilmiş olsaydınız bile gene vaktiyle onda bulduğum tadı anlatmak benim için hiç kolay olmayacaktı. Bununla beraber onun, şu bildiğiniz mütevazı bahçesine varıncaya kadar her yeri, her şeyi tatlı idi. Bahçesinde ağaçlar vardı; bu taraflarda az bulunan şeylerden ve pek çok kuşları vardı ki