nüfuz etmesine bais olacak ve ihtimal ki o teferruatta daha az bayağı hususiyetler bulacaktır.
Ne diyordum? Evet, böyle günlerde Dominique odasına çıkar, yani hayatının yirmi beş otuz yıl gerisine dönerek orada birkaç saat mazisiyle baş başa kalırdı. Bu odada birkaç minyatür aile resminden başka kendinin de yağlı boya bir çocukluk portresi vardı: Pembe yüzü, kıvırcık koyu kumral saçlarıyla bugünkü hâlini andırır bir yeri kalmayan bir resim… Sonra bir yığın kâğıt arasında etiketli birkaç karton, biri eski biri yeni eserlere mahsus iki kitap dolabı ki yenisindeki seçme kitapların bir kısmı, hayatında fiilen en çok sevdiği şeyleri göstermektedir. Toz içinde kalmış küçük bir dolapta da mektep ve etüt kitapları vardı. Bunlara, mürekkep lekeleri ve çakı yaralarıyla delik deşik olmuş eski bir masa ve üstüne eli ile dünyanın her tarafına hayalî seyahat yolları çizilmiş yarım asırlık güzel bir cihan haritası ilave edin.
Mektep hayatına şehadet eden ve sanırım, insan ihtiyarlamaya başlayınca muhafaza ve hürmete layık görülen bu eşyadan başka bizzat kendine, ne olduğuna, ne düşündüğüne delalet eden şeyler de vardı ki karakterleri çocukça olduğu kadar acayip olmakla beraber onları da bildirmeliyim: Duvarların tahta kısımlarına, camlara tevdi edilmiş sayısız yazılardan bahsetmek istiyorum.
Bu yazılarda bilhassa tarihler, gün isimleri, senesi, senenin hangi ayı olduğu tasrih edilmiş bulunuyordu, bazı kere aynı işaretler seri hâlinde mütevali senelerde görülüyordu. Sanki birçok seneler günü gününe, belki de saati saatine, kim bilir hangi hadiseyi, mesela gerek bizzat aynı yere gittiğini ve gerek aynı meseleyi düşündüğünü tespite mecbur olmuştu. En az görülen şey imzası idi. Fakat bu şifreli yazıların imzasız olması sahibini sarahaten göstermeye hiç mâni değildi.
Bir tarafta bakarsınız iptidai bir geometri şeklinden başka bir şey yok. Onun altında şekil bir kere daha çizilmiş, fakat iki veya üç çizgi fazlasıyla, bu fazla çizgiler onun esasını değiştirmeden manasını tadile yarıyordu. Şekil böylece yeni ilavelerle tekerrür ederek yeni manalar iktisap ediyor ve aslındaki müselles veya daireyi şamil olmakla beraber büsbütün başka bir neticeye varıyordu. Delalet ettikleri manayı anlamak pek imkânsız olmayan bu şekillerin arasına bazı kısa maksimler ve birçok da mısralar karıştırılmıştı. Bunların hepsi de beşerin terakki sahasındaki ayniyetine ait, o zamanın doğurduğu hükümler ve düşüncelerdi. Çoğu kurşun kalemiyle yazılmıştı. Sanki şair korkmuş veya bunları duvara hakkedip ebedîleştirerek lüzumundan fazla yaşatmaya tenezzül etmemiş idi.
Pek nadir olarak bir ismin ilk harfleri birbirine dolaşmış olarak bulunuyor ve daima aynı majüskülün D harfi ile bağlandığı görülürdü. Bunun yanında, besbelli daha yeni zamanlara ait hatıralardan olacak, delaleti daha muayyen, hemen daima birkaç beyiti göze çarpardı. Sonra birdenbire daha vakarlı ve daha ezalı mistisizme avdet eder gibi -şüphesiz İngiliz şairi Longfellow’la tesadüfi bir karşılaşma neticesi olacak- “Ekselsiyor! Ekselsiyor! Ekselsiyor!”10 diye yazmış ve sonuna bitmez tükenmez taaccüp işaretleri koymuştu.
Nihayet izdivacına yakın olduğu tahmin edilebilen bir tarihten itibaren ya ihmalden yahut daha doğrusu kasten hiçbir şey yazmamaya karar verdiği sarahatle anlaşılıyordu. Hayatının artık son tekâmül devresi tamam olduğuna mı hükmetmişti? Yoksa ne zamandan beri tesisine çalıştığı gaye, kendi benliğine sahip olma gayesi için artık hiçbir korkusu kalmadığını haklı olarak düşündüğü için mi bundan vazgeçmişti? Pek vazıh olarak ötekilerden sonra gelen son bir yazı, tamamı tamamına ilk çocuğunun, yani oğlu Jean’ın doğum tarihine uygun geliyordu.
Fikirde büyük bir merkeziyet; kendini canlı ve şiddetli bir murakabe altında tutmak; yükselmek, daima yükselmek sevkitabiisi ile beraber kendini hiçbir zaman gözden kaçırmamak; her safhasında kendini tanımak iradesiyle hayatın sürükleyici değişiklikleri; sesini duyuran tabiat; kendi kendini hodkâmane besleyen bu genç kalbi yumuşatacak hisler; başka bir isimle dolanarak tezauf eden11 bu isim, müzehher bir baharın çiçeği gibi ağzından dökülen mısralar, idealin yüksek şahikalarına fırlayan fevri hamleler; bu fırtınalı kalbinde, fırtınalı ve belki haris, hele şüphesiz vehmin ve hayalin azabı ile yoğurulmuş olan bu kalpteki sulh ve sükûn: İşte, eğer aldanmıyorsam, yazılmış hatıralardan daha manalı olan bu karmakarışık sicildeki dilsiz remz-ü işaretlerin ifade ettiği mana bu idi. Otuz yıllık bir hayatın hâlâ titreyen heyecanı bu daracık odada duyuluyordu ve Dominique orada, karşımda pencereye abanmış, belki de maziden gelen seslerin aksi tesiri altında biraz dalgın duruyordu. Acaba buraya ne için geliyordu? Kendi tabiri veçhile benliğinin gölgesini canlandırmak için mi yoksa onu unutmak için mi? Bunu bilmek bir mesele idi.
Bir gün kütüphanesinin karanlık bir köşesine konmuş ciltli kitaplardan birkaçını aldı. Beni karşısına oturttu ve mukaddimeye lüzum görmeden yavaşça okumaya başladı. Bunlar ümitsiz aşkların, yaralı kalplerin ve köy hayatının senelerden beri kaynağı kurumuş manzumeleri idi. Şiirler fena değildi. Serbest ve tabii olmakla beraber tertibi muntazam, fakat kitabın bütün hüsnüniyetine rağmen heyet-i mecmuasıyla az lirikti. Hisler ince, fakat bayağı, fikirler zayıftı. Dediğim gibi şekil itibarıyla emsali az bulunur bir kıymet olmasa -bir kıymet ki mevzunun inkârı kabil olmayan cılızlığıyla oldukça açık bir tezat teşkil ediyordu- evet, şiirlerin şekil itibarıyla kıymeti olmasa bunları, içinden gelen herhangi bir müzikle vezin ve ahenk yolunu tutturan ve dilinin ucuna kafiyeli sözler gelmekle kendini şair farz eden bir gencin şiir vadisinde yayılarak kalem tecrübesi nevinden karaladığı müptedice yazılara benzetmek doğru olurdu. Ne olursa olsun benim mütalaam bu merkezde idi ve şiirlerin sahibini hiç korumaya lüzum görmeden bu mütalaamı yazdığım gibi açıktan açığa Dominique’e de söyledim.
“Şair hakkında ne fazla ne eksik, doğru olarak tastamam hükmünüzü verdiniz.” dedi. “Fakat o şairin bizzat ben olduğumu söylemiş olsaydım bu hükmünüzü yüzüme karşı dobra dobra gene verecek mi idiniz?”
“Muhakkak.” dedim.
Dominique devam ederek “Çok iyi.” dedi. “Bundan anlaşılır ki siz benim kötü taraflarımı da tam layık olduğum derecede takdir ediyorsunuz. Orada bu kıratta iki kitap var. İkisi de benim eserim, istesem benim olduğunu söylemeyebilirim. Çünkü üstünde hiçbir isim yok. Fakat sizden zayıf taraflarımı gizleyecek değilim, er geç hepsini bilmeniz icap edecek, birçok başka şeylerde olduğu gibi, beceremediğim şu kalem tecrübelerinde de belki ben istifadeli dersler ve bir teselli bulmuşumdur. Yaptığım her şey, kendi hiçliğimi ispat etmek suretiyle bir şey, bir varlık olanları takdir edecek ölçüyü bana vermiş. Şu söylediğim sözlerde yarım bir tevazu vardır. Fakat benim, tevazuyla tekebbürü birbirine ne kadar karıştırdığımı bilseniz, aralarındaki farkı artık temyiz edemediğimden dolayı beni mazur görürsünüz.”
Dominique’in, ayrı ayrı, iki şahsiyeti vardı. Bunu anlamak güç değildi. Trembles Şatosu’nun sahibi olan kır adamının hayatında birçok feragatler olduğunu tahmin eden doktor da bir vecize olarak “Herkesin kendinde taşıdığı bir veya birkaç ölü vardır.” demişti. Fakat artık hayatta olmayan o, her kimse hayatından hiç olmazsa bir nişane vermiş midir? Vermişse ne dereceye kadar? Hangi tarihte? Ve bu adam o saklı cananı, şu bilinmemiş bir iki imzasız kitaptan başka hiçbir suretle açığa vermemiş midir?
Dominique’in hiç açmadığı ciltlerden aldım: Bu sefer, unvan bence malumdu. Muhterem ismi, okuyucularınsa hafızasında ileri gidip yerleşmeye vakit bulamamış olan müellifi, on beş yirmi sene evvelki politika edebiyatının, hatırı sayılır, orta derecelerde, bir muharriri idi. Sağ mı idi? Daha doğrusu hâlâ yaşıyor mu idi? Bunu bana bildirecek hiçbir yeni eserini görmemiştim. O, sayısı mahdut olan şu muhteriz muharrirlerden biri idi ki bunlar yalnız