eksik taraflarını onun muvaffakiyetle tamamlaması baba için bir ihtiras hâlini almıştı. Bilhassa böyle bir çocuğun sadece okumaya başlaması mütevazı, bir başlangıçtı.
O sene av çoktu. Biz de öğleden sonraki zamanlarımızın çoğunu evde geçirir yahut -ve ekseriya sırf deniz kenarında gezmiş olmak için- bu çıplak kırlarda hızlı bir at yürüyüşü yapardık. Dikkat ederdim. Gülmek vesilelerini hiç vermeyen bu memlekette, sükût ile baltalanan bu uzun at gezintileri onu mutadından fazla ciddileştirirdi. Yan yana atbaşı beraber giderdik. Biraz müphem bir yarı uyku içinde o atının hiç değişmeyen yürüyüşünü yahut sahilden yuvarlanan büyük çakıl taşları üstünde sekmesini gözümün ucuyla takip ederken çok kere o benim orada bulunduğumu unutmuş gibi olurdu. Villeneuve halkı veya başka yerler ahalisinden olan bazı kimseler yolumuza çıkıp onu selamlarlardı. Ona kâh “belediye reisi efendi” kâh da “Mösyö Dominique” diyorlardı. Bu formülü adamların ikamet ettikleri yere, şato ile münasebetinin az veya çok olmasına yahut ücretsiz hizmetkârlar arasındaki mevki ve derecesine göre değişirdi.
Tarlaların arasından “Bonjur Mösyö Dominique!” diye haykıranlar olurdu. Bunlar sabanlarının izi üstünde iki büküm olmuş işçiler, çiftçilerdi. Bükülmüş bellerini iyi kötü doğrultur, güneşten kararmış yüzlerinde, inadına ağarmış kısa saçlarının kıvırcıklandığı, büyük alınlarını meydana çıkarırlardı. Bazı kere, manası bence hiç anlaşılmayan bir kelime, ellerinde doğduğu kimselerin hatırladıkları geçmiş zamana ait bir hadiseye işaretle ikide bir “Hatırlıyor musunuz?” deyişleri, evet, ne diyordum, bazı bir kelime, yüzünde bir tahavvül vücuda getirerek onu sıkıcı bir sessizlik içinde bırakmaya kâfi gelirdi.
Yaşlı bir koyun çobanı vardı. Namuslu bir adam, her gün aynı saatte sürüsünü falezin yani denize yakın sarp kayaların üstündeki tuzlu çimenliğe götürür, hayvanlarını otlatırdı. Hava ne türlü olursa olsun o -kulaklarının altına ilişik keçe külah şapkası, sırtını barındırdığı kül rengini andırır keçe yağmurluğu ve içi saman dolu kaba kunduralarıyla- sarp kayaların uçurumuna üç karış mesafede karakol neferi gibi dimdik dururdu.
Dominique yüzüme bakarak “Düşününüz ki…” dedi. “Ben bu adamı otuz beş senedir tanır ve hep bu vaziyette orada görürüm!”
Bu adam çok söylerdi. Konuşmak fırsatını seyrek bulan ve eline fırsat geçince ondan istifadeye kalkan bir kimse idi. Hemen her zaman atlarımızın önüne geçerek yolumuzu keser ve büyük bir saflıkla kendisini dinlemeye bizi mecbur ederdi. Onda da hem bütün ötekilerden fazla “hatırlıyor musunuz” merakı vardı: Sanki onun koyun çobanlığıyla geçen uzun hayatının hatıraları, karışıksız bir saadet tespihi teşkil etmişti.
Daha ilk günü farkında olmuştum: Bu tesadüflerden en çok hoşlanan her hâlde Dominique değildi. Aynı yerde aynı simanın nevumma her gün aynı saatte mülahazasızca gelip karşısına dikilmesi; ölmüş, unutulmuş, faydasız şeyleri mütemadiyen yenilemesi gezintilerinin tadını kaçıran hakiki bir tacizlik oluyordu. Bundan dolayı, kendisini bütün sevenlere karşı -onu ihtiyar çoban da çok seviyordu- nazik ve mültefit bulunan Dominique ona biraz da yaşlı ve geveze bir karga muamelesi eder ve başından savmak için “Âlâ! Âlâ! Jacques Baba! Artık yarın görüşürüz!” diye kısa keserek yolun başka tarafından geçmeye çalışırdı. Fakat Baba Jacques’ın ahmakça inadı bir derecede idi ki her ne pahasına olursa olsun felakete tahammül etmek ve ihtiyar çoban söylediği müddetçe durup hayvanlara soluk aldırmak icap ederdi.
Bir gün Jacques, mutadı veçhile yine falezi adımlarken ta uzaktan bizi görünce daracık yolda bir sınır taşı gibi dikilip durdu. Yolumuzu kesmişti. Geçmiş zamandan bahsetmek, birer birer tarihlerini hatırlamak için o gün keyfi pek yerinde idi: Mazinin tadı, sarhoşluk buharı gibi başına vurmuştu.
Harap olmuş yüzünün buruşuklarını, hayatından memnun bir inbisat ile bize göstererek “Günaydın Mösyö Dominique!” dedi. “Günaydın baylar! İşte güzel bir hava ki her zaman bulunmaz. Bir hava ki yirmi yıldır misli görülmemiştir. Hatırlıyor musunuz Mösyö Dominique, yirmi sene evvelini? Ah! O ne ateşli üzüm kesimleri ne bağ bozumları idi… Ve üzümler nasıl sünger gibi suyunu verir, nasıl şekerlenirdi! İnsan kesmeye, toplamaya yetişemezdi!”
Dominique sabırsızca dinliyor ve altındaki at, sineklerin hücumuna uğramış gibi, tek durmuyordu.9
“Hani bir sene bütün ahali şatoya dolmuştu, biliyorsunuz… Ah! O ne kadar…”
Fakat Dominique’in atı birden ayrılarak Jacques Baba’nın sözünü kesti ve adamcağızı şaşkın bir hâlde bıraktı. Dominique bu sefer her şeye rağmen atını sürüp geçmişti. Dörtnala gidiyor ve atını sanki bir kötü huyundan vazgeçirmek veya ürkeklik ettiği için cezalandırmak istiyormuş gibi kırbaçlıyordu. O gün mümkün olduğu kadar uzun müddet süratli gidişini muhafaza etti ve akşama kadar hep dalgın durdu.
Dominique denizden pek hoşlanmazdı. Anlattığına göre hep denizin iniltileri içinde yetişip büyüdüğü için hatırası, yanık bir mersiye gibi, onda iyi bir tesir yapmıyordu. İnsanın yüzüne gülen başka gezinti yerleri olmadığı için biz çaresiz denizi tercih ediyorduk. Zaten bizim takip ettiğimiz yüksek sahilden iki tarafa bakılınca bir taraftan karaların, bir taraftan dalgaların ufuklara kadar açılan genişliği, dümdüz boşluğuyla cazip bir şey oluyordu. Sonra bir tarafta dalgaların daimî çalkantısı ile öbür tarafta ovanın hareketsizliği, birinde vapurların mütevali seyrüseferine karşı öbür tarafta evlerin yerine mıhlanmış olmaları, bir tarafta maceralı bir hayat, öbür tarafta sakin ve sabit bir yaşayış… Bütün bu tezatlar arasında öyle samimi bir uygunluk vardı ki her şeyden ziyade onun bundan mütehassis olması ve insana aynı zamanda ızdırap veren fikrî zevklere mahsus yakıcı bir hazzın gizlice tadını çıkarması icap ederdi.
Akşama doğru aheste bir yürüyüşle yeni kazılmış esmer topraklı tarlalar arasındaki taşlı yollardan eve dönerdik. Biz böyle giderken kanatlarında günün son ışıkları titreyen çayır kuşları, yerden uçarak kaçışırlardı. Gitgide sahillerin tuzlu havasından ayrılır, bağlara varırdık. Ovanın içinden daha ılık ve daha mülayim bir buhar yükselirdi. Çok geçmeden ulu ağaçların mavi gölgelerine girerdik. Çok kere Trembles Satosu’nun taş merdiveni önünde, ayağımız toprağa değdiği vakit, gün bitmiş, güneş batmış bulunurdu.
Gece hayatı bizi gene ailece antika mobilyalarla döşenmiş, büyük salonda bir araya getirirdi. Orada, çanının gürültülü sesi ta yukarı-ki odalara kadar yetişen büyük saat çaldıkça biteviye geçen zamanın saat başlarını ilan ederdi. Bu sesten kurtulmanın imkânı yoktu. Gece, uykumuzun içinde saatin çalmasıyla değil, hatta yalnız rakkasın ağır darbeleriyle ayılır, Dominique ve ben, ikimiz de hayatımızın bir saniyesinden öbür saniyesine geçerken bizi sanki bir günden öbür güne götüren bu sürekli darbeleri hiç konuşmadan dinlerdik.
Çocukların, gece tuvaletleri, lütfen, merhameten salonda yapılır ve biz onların beyaz havlulara sarılı, uykudan bitik bir hâlde gözleri kapalı, kolları sarkık analarının kucağında yataklarına götürüldüğüne şahit olurduk. Saat ona doğru herkes dağılırdı. Ben Villeneuve’e dönerdim. Yahut daha sonraları, yağmurlu gecelerde, fazla karanlık, yollar güç ve bozuk olursa beni şatoda alıkorlardı. Benim odam ikinci katta, küçük kuleye bitişik pavyonun köşesinde idi. Dominique, çocukluğunun ve gençliğinin büyük bir kısmını bu odada geçirmişti.
Pencereden bakılınca bütün ova, ta denize kadar bütün Villeneuve ayağının altında idi. Uykumun arasında rüzgârın ağaçlarda hışırtısını, çocukluğunda Dominique’i uyutan denizin uğultulu kabarışını duyardım.