ve eğer bir başkasını mesut etmek elinde iken bundan kaçınırsa mesuldür.”
Madam dö Bray gene misafire hitap ederek “O hâlde siz hiç evlenmeyecek misiniz?” diye sordu.
Orselli çok daha ciddi bir tavırla “Olmayacak şey değil.” dedi. “Başkaları için daha az tehlikeli ve kendim için daha az korkulu o kadar şeyler varken ben hiçbirini yapmadım! Hayatım tehlikeye koymak: Bu hiçbir şey değil! Hürriyetini bahis mevzusu yapmak: Bu çok daha ağır bir şey! Fakat bir başkasının hürriyet ve saadetiyle izdivaç etmek: Birkaç sene evvel bunu iyi düşündüm. Neticesi şu oldu: Evlenmeyeceğim.”
Mugalatalarının15 ve iktidarsızlığının bir kısmını meydana çıkaran bu muhavereden sonra Mösyö Orselli hemen o akşam atına binerek, arkasında uşağı, Trembles’dan ayrıldı. Gece nurlu ve soğuktu.
Orsel istikametinde onun dörtnala gidişini gören Dominique “Zavallı Olivier!” dedi.
Birkaç gün sonra Orsel’den doludizgin gelen bir sai, Dominique’e siyah bal mumu ile mühürlü bir mektup getirdi. Sinirlerine mükemmelen hâkim olan belediye reisi bunu okuyunca allak bullak olmaktan kendini alamadı.
Olivier büyük bir kaza geçirmişti. Ne gibi bir kaza? Ya hazin bir şekilde, mühürlenmiş olan tezkerede izahat yoktu yahut Dominique herhangi bir hususi sebeple işi yarım yamalak anlatıyordu.
Hiç vakit geçirmeden seyahat arabasını hazırlattı, doktora haber göndererek birlikte çıkmak üzere hazır olmasını rica etti ve esrarengiz tezkeresin gelişi henüz bir saati bulamamıştı ki doktorla Mösyö Bray acele Orsel yolunu tutmuş bulunuyorlardı.
Onlar, epey sonra ve ancak ikinciteşrinin ortalarına doğru, hem de gece geldiler. Hastası hakkında bana ilk malumatı veren doktor o mesleğin adamlarına yakışan bir ketumiyetle hareket etti. Yalnız Olivier’nin tehlikeyi atlattığını, memleketten çıkıp gittiğini, nekahet devrinin uzun süreceğini ve galiba sıcak bir iklimde uzun müddet kalmaya mecbur olacağını öğrendim. Doktor kazanın üstelik bir neticesi olarak, bu yola gelmez münzeviyi şatosundaki korkunç yalnızlığından kurtaracağını, ona havasını, meskenini ve belki itiyatlarını değiştirteceğini ilave etti.
Arkadaşının sıhhi durumu hakkında candan bir alaka ile Dominique’e bazı şeyler sorduğum vakit kendisini çok bitik bir hâlde gördüm. Yüzünde en derin bir teessürün izleri belirmişti.
“Sizi aldatmanın bir faydası olmayacağını zannederim.” dedi. “Ayan beyan görülen ve maalesef önüne geçilmesi kabil olmayan bir felaket üzerine hakikat er geç meydana çıkacaktır.”
Ve bizzat Olivier’nin mektubunu bana uzattı.
Orsel, İkinciteşrin
18..
Azizim Dominique,
Şu satırları sana yazan hakikaten bir ölüdür! Hayatımın kimseye bir faydası yoktu -bunu lüzumu kadar, belki de fazlasıyla yüzüme vurdular- kimseye faydası yoktu ve bütün beni sevenleri küçük düşürmekten başka bir işe yaramıyordu. Ona bizzat nihayet vermem zamanı gelmişti. Bu fikir ki, bende yeni değildir, geçen gece senden ayrılırken beni gene meşgul etmeye başladı. Yolda onu olgunlaştırdım ve makul buldum. Kimseye dokunur bir yeri yoktu. Gece yarısı eve gelişimde ise bildiğin şu memlekette, bana fikrimi değiştirecek ve beni oyalayacak mahiyette hiçbir cazibe ile de karşılaşmadım. Fakat beceriksizliğim tuttu ve suratımın şeklini bozmaktan başka bir şey yapamadım. Ne olursa olsun ben Olivier’yi öldürdüm. Kalan kısmı ecel-i mevudunu beklesin.
Bir daha gelmemek üzere Orsel’i terk ediyorum. Benim en iyi dostum değil, yegâne dostum olduğunu unutmayacağım. Hareketimi mazur gösterecek bir şahidim varsa o da sensin. Allah’a ısmarladık. Mesut ol ve şayet oğluna benden bahsedecek olursan, günün birinde benim gibi olmaması için bahset.
Öğleye doğru yağmur yağmaya başladı. Dominique odasına çekildi. Ben de arkasından gittim. Benim bildiğime göre bu en eski ve bir tanecik dostu, bu yarı ölmüş gençlik arkadaşı onda, ortaya dökülmek için kati bir işaret bekleyen bazı hatıraları canlandırmıştı. Sırlarını bana açmasını ben ondan istemedim. Kendi açtı ve gözümün önündeki şifreli hatıraların sanki sözle tercümesini yapıyormuş gibi hiç saklamadan, fakat heyecansız değil, aşağıdaki hikâyeyi anlattı.
III
Kendi hakkımda söyleyeceklerim pek azdır. Beş on kelimelik bir şey… Bir aralık yurdundan ayrılan bir köy adamı, yazı yazmaya meraklı bir muharrir ki yazdıklarını beğenmediği için muharrirliğe tövbe ediyor. Doğduğu evin çatısı hayatının başlangıcında ne idiyse sonunda gene o. Şu basit hülasa ve facianın sizce şimdi malum olan burjuvakari sonu gene bu hikâyenin ibret bakımından en iyi ve belki macera bakımından da en ziyade romana benzer tarafıdır. Bundan ötesi kimseyi alakadar etmez ve yalnız benim hatıralarımı müteheyyiç eder. İnanınız bana, bunlara gizli bir mahiyet vermek istediğim için değil fakat bazı hususi sebeplerle, o cihetlerden mümkün olduğu kadar az bahsetmeye lüzum gördüğüm için. Bu sebeplerin de kendimi olduğumdan fazla ehemmiyetli göstermek endişesiyle hiçbir alakası yok.
Hikâyeye karışan birkaç kişi var ki onlardan da kendimden bahsettiğim kadar size bahsedeceğim; bunlardan biri eski bir dosttur. Tarifi güç, acı duymadan hakkında bir hüküm vermek daha güç: Acıklı veda mektubunu biraz evvel okuduğunuz adam… Kendisi için hoşa gidecek bir tarafı olmayan hayatı hakkında bizzat izahat vermesi kabil olamazdı. Size mahremane anlatacağım şu sergüzeşte onun hayatını karıştırmak bir bakıma o hayata hakkını vermek demektir.
Ötekinin hayatı açıktır. Kendisi için hiç ihtiraza mahal yoktur. Bulunduğu mevkiler onu devlet memuru hâline getirmiştir. Siz kendisini ya tanıyorsunuz yahut bir gün tanıyacaksınız. Aslının, neslisin belli başlı kimseler olmadığını size söylemekle en ufak bir meziyetine bile dokunmuş olmayacağımı zannederim.
Üçüncüye gelince: Kendisi ile temasımın gençliğim üzerindeki derin tesiri bariz olan bu zat şimdi öyle mesut ve emin şerait içinde nisyana karışmıştır ki sergüzeştini size anlatacak olan muhatabınızın hatıralarına ailece karıştırılmış olmasını hiçe sayabilir.
Kendi hesabıma, benim hiç ailem olmadığını söyleyebilirim. Bugün bana aile bağlarının tadını ve kuvvetini anlatan, çocuklarım olmuştur. Onların yaşında iken ben bunlardan bihaberdim. Anamın ancak beni emzirecek kadar ömrü vefa etmiş ve çok geçmeden ölmüş. Babam birkaç sene daha yaşadı; fakat sıhhat bakımından öyle zavallı bir yaşayış ki onu kaybetmeden çok zaman evvel onun varlığını hissetmez olmuştum ve nazarımda o, hakiki ölüşünden çok evvel ölmüştü. Bir hâl ki ben anamı da babamı da tanımadım desem caizdir. Hatta babam öldüğü için tek başıma kaldığım zaman beni muzdarip edecek hiçbir değişiklik bulmadım. Etrafımda zavallı bir isim gibi tekrar edilen öksüz kelimesine ne mana vereceğimi sarih olarak hiç bilmiyordum. Yalnız hizmetçilerimin ağlamalarına bakarak acınacak bir hâlde olduğumu anlıyordum.
Bu sadık adamlarımın arasında büyüdüm. Ceyssac adında bir halam da uzaktan beni gözetiyordu. Çok geçmeden o da geldi. Trembles’da yerleşti. Çünkü artık benim gerek servetim gerek terbiye ve tahsilim için behemehâl yanımda bulunması lazım geliyordu.
Beni yabani bir çocuk durumunda buldu. Yabani, kendi hâline bırakılmış, cahil mi cahil, boyun eğdirmek kolay, ikna etmek daha güç, kelimenin bütün manasıyla hayta ve haylaz, çalışma ve inzibat hakkında zerre kadar fikri yok, bir çocuk ki ilk defa olarak kendisine okumadan ve boş vakit geçirmemeden bahsolunduğu vakit ağzı açık kalmış ve hayatta başıboş kırlarda, bayırlarda koşmaktan başka bir şey olabileceğine