Thérèse Raquin (1867) adlı romanla kazandı. Eserin 1868 tarihli ikinci baskısının ön sözünde, şahsı için ilk defa natüralist sıfatını kullandı. Ardından yirmi ciltten oluşan Rougon-Macquart’lar: İkinci İmparatorluk Devrinde Bir Ailenin Doğal ve Toplumsal Tarihi serisini kaleme aldı. Meyhane (1877), Nana (1880) ve Germinal (1885) adlı en sevilen eserlerinin de içinde olduğu bu seride, 1851 Devlet Darbesi ile başlayıp 1870 Sedan Bozgunu’na kadar süren İkinci İmparatorluk Dönemi Fransız toplumunun bir tablosunu yansıtmaya çalıştı. 1880 yılında Paris’te, edebiyat dünyasına henüz giriş yapan natüralizm akımı mensupları, Zola’nın önderliğinde bir araya geldi. Rougon-Macquart’lar serisinin beşinci kitabı olan Çöküş (1887) yayımlandığında, natüralist grubun bazı üyeleri Zola’nın fazla ileri gittiğini düşünerek topluluktan ayrıldılar. Dreyfus Davası sırasında Yüzbaşı Dreyfus’un Yahudi olduğu için yargı sürecinin aleyhine işlediğine dair yazıları ve broşürleri, özellikle Fransa başkanına ithafen kaleme aldığı Suçluyorum adlı makalesi gazetede çıktıktan bir süre sonra İngiltere’ye kaçmak zorunda kaldı. Bir yıl sonra Fransa’ya döndü. Yine Dreyfus Olayı’ndan esinlenerek son kitabını yazdıktan sonra, 1902 yılında Paris’te öldü.
Zeyneb Acıoğlu, 1998 yılında İstanbul’da doğdu. Gazi Üniversitesi Batı Dilleri ve Edebiyatları Bölümü Fransız Dili ve Edebiyatı Ana Bilim Dalı son sınıf öğrencisi olarak lisans eğitimine devam etmektedir.
I
Eve dönerken göl kıyısından dönen araçların sıkışıklığında fayton adım adım ilerliyordu. Bir anda sıkışıklık öyle bir hâl aldı ki fayton durmak zorunda kaldı. Güneş; açık gri bir ekim gökyüzünde, ufukta ince bulutların çizgisinde batıyordu. Uzaklarda, etrafı derelerle sarılı sıradağlardan süzülen son bir ışık, hareketsiz kalan araçları kırmızı bir ışığa boğarak yol boyunca ilerliyordu. Koyu mavi tabelalar çevredeki manzaradan parçalar yansıtırken altın parıltıları, tekerleklerden yayılan parlak ışıklar, saman sarısı faytonun köşesi boyunca yerleşmiş gibi gözüküyordu. Daha yukarıda, koltuktan sarkan yarı katlanmış kordonlarının pirinç düğmelerini aydınlatan, arkalarından vuran kırmızı ışığın tam ortasında bir şoför ve uşak oturuyordu. Lacivert üniformaları, kumaş pantolonları, çizgili siyah-sarı yelekleri ile iyi birer uşak gibi dimdik, ciddi ve sabırlı bir şekilde araçların sıkışıklığından şikâyet etmeksizin duruyorlardı.
Siyah bir kokartla süslenmiş şapkaları, büyük bir asalete sahipti. Büyüleyici doru atlar sabırsızlıkla burunlarından soluyordu. ‘‘Bak!’’ dedi Maxime. ‘‘Laure d’Aurigny orada, görmüyor musun Renée?’’ Renée hafifçe öne doğruldu, miyop olduğu için gözlerini kısarak baktı: ‘‘Onun kaçtığını sanıyordum. Saçlarının rengini değiştirmiş, değil mi?’’ diye sordu. Maxime gülümseyerek: ‘‘Evet, yeni sevgilisi kızıl saçtan nefret ediyor.’’ Renée, onu bir saatlik sessizliğe sürükleyen hüzünlü rüyadan uyanıp bir şezlongda uzanırcasına yattığı aracın arka koltuğundan öne doğru eğildi; elini faytonun alçak kapısına yasladı ve baktı. Onu fazlasıyla kibirli gösteren, leylak rengi ipek bir elbisenin üzerine önlüklü ve tunikli, büyük pileli fırfırlarla donatılmış, beyaz kumaştan, yine leylak rengi kadife yakalı küçük bir palto mu giymişti? Rengi katıksız tereyağını andıran garip, soluk, pas rengine çalan kahverengi saçları, bir tutam Bengal gülüyle süslenmiş ince bir şapkayla zar zor gizleniyordu. Gözlerini kısmaya devam etti, onu küstah bir çocuk gibi gösteriyordu; alnı derin bir çizgiyle kırışmış, üst dudağı asık yüzlü bir çocuğunki gibi çıkıktı. Sonra, görme problemi olduğu için bir erkek gözlüğü olan kelebek gözlük aldı ve burnuna değdirmeden elinde tutarak kendince, müthiş sakin gözlerle Laure d’Aurigny’i inceledi.
Arabalar hâlâ hareket etmiyordu. O sonbahar öğle sonrasında Boulogne Ormanı çevresinde sıralı, koyu renkli faytonların kalabalığı; araçların cam kenarlarında, atların gemlerinde, bir fenerin metalle kaplı soketinde, yüksek rütbeli uşakların koltuklarından sarkan yarı katlanmış kordonlarında beliriyordu. Ara sıra üstü açık bir at arabası kapısından, ipek ya da kadifeden bir kadın elbisesinin kumaş parçası sarkardı. Önceleri dinginliğe dönüşen tüm bu gürültü patırtının yerini, artık yavaş yavaş koca bir sessizlik almıştı. Ormanın arka planında, araç sesleri ve yayaların uğultuları duyulurdu. Faytonlarda camdan cama sessiz bakışmalar yoktu artık; uğultular yoktu, bu sessizliği ancak koşum takımlarının tıkırtısı ya da yerinde duramayan bir atın tepinme sesleri bozardı. Uzaklarda, şehrin sesi ölüyordu.
Sekiz yaylısında1 ilerleyen Sternich Düşesi; Victoria’sında2 Madam de Lauwerens; büyüleyici açık kahverengi tek atlı faytonunda Meinhold baronu; benekli midillisiyle Vanska kontesi; ünlü siyahi step dansçılarıyla Madam Daste; faytonlarında Madam Guende ve Madam Teissèrie; koyu mavi faytonunda küçük Sylvia ve sonra, eski moda resmî kıyafetiyle yaşlı Don Carlos; vasisi yanında olmayan, başında fesiyle Selim Paşa; küçük faytonu ve beyaz giysisiyle Rozan düşesi; iki tekerli faytonunda Mösyö Chibrey kontu; en şık araçla Mösyö Simpson ve tüm Amerikan kolonisi… Son olarak, kiralık araçta iki akademisyen. İşte, sezon geçmiş olmasına rağmen tüm Paris oradaydı.
En öndeki araçlar nihayet hareketlenmeye başladı ve ardından, araçların oluşturduğu kuyruk birer birer ilerledi. Âdeta bir uyanış gibiydi. Işıklar, dans ederek saçılıyor; parıltıları sokaklarda kavuşuyor ve kıvılcımları atların koşum takımlarında bitiyordu. Tüm bunlar toprağın, ağaçların ve araçların camlarındaki yansımalarda görüldü. Tekerlek ve koşum takımlarındaki bu parıltıya batan güneşin yeni cilalı tabelaları, yakıp kavurduğu kor kırmızının ihtişamı, göz kamaştıran üniformaların ve araç kapılarından sarkan zengin kumaş parçalarının gökyüzüne uzanan eşsiz notaları ve atların ahenkli tırıslarında duyulan boğukça bir hırıldama sesi eşlik etti. Tören; sanki öndeki araçlar, arkalarındaki araçları beraberinde sürüklüyormuş gibi durmaksızın tek bir hizada, aynı parlaklık ve gürültüyle devam etti. Renée, faytonun hafif sarsıntısıyla irkilerek kelebek gözlüğünü bıraktı ve kendisini minderlere attı. İpeksi bir kar tabakası gibi aracın içini dolduran ayı postunun bir köşesini, titreyerek kendine doğru çekti. Elleri, kıvırcık tüylerle kaplı zarif eldivenlerde kayboluyordu. Hafif bir esinti vardı. Boulogne Ormanı’na âdeta bahar gelmiş gibi hissettiren, hanımları üstü açık araçlarında gezintiye teşvik eden bu ılık ekim öğleden sonrası; yerini keskin bir soğuk gecenin tehdidine bıraktı.
Renée, bir an için faytonun dönen tekerleklerinin keyif veren sesiyle sakinleşerek köşesinin sıcaklığında büzüşüp kaldı. Daha sonra, başını faytonlarda gezinen kadınları sakince gözleriyle süzen Maxime’e doğru kaldırarak: ‘‘Gerçekten bu Laure d’Aurigny denen kadını çekici buluyor musun, söyle bana. Geçen, elmaslarının satışı hakkında konuştukları gün, ona övgüler yağdırmıştın. Ha bir de satıştan babanın bana aldığı kolye ve aigretteyi3 gördün mü?’’ diye sordu. Maxime, bıyık altından sırıtarak: ‘‘Tabii, o her şeyin en iyisini yapar. Karısına elmas vermeyi bildiği gibi Laure’un borcunu nasıl ödeyeceğini de çok iyi bilir.’’ Renée, hafifçe omuz silkti ve gülerek ‘‘Serseri!’’ diye söylendi. Yeşil elbiseli bir kadın, Maxime’in ilgisini çekmiş; genç adam öne doğru eğilmiş ve dikkatle kadına bakıyordu. Renée başını geriye yaslamış, yarı kapalı gözlerinde baygın bakışlarla bir şey göremeden sokağın her iki tarafını seyrediyordu. Sağda; kırmızı yapraklı ve ince dallı kısa kesilmiş bodur ağaçların olduğu, ara sıra binicilere açılan yoldan, dörtnala koşan atlarının toz bulutundan geçip giden orta boylu beyefendiler… Solda; çiçek bahçeleri ve çalılarla bütünleşen dar çimenliklerin hemen dibinde, kristal gibi berrak ve dingin göl, kenarları bahçıvan kürekleriyle özenle budanmışçasına dümdüz uzanıyordu; bu yarı saydam aynanın uzaktaki tarafında, gri bir çubuk gibi görünen bir köprüyle solgun gökyüzüne karşı nazikçe birbirlerine meyletmiş iki ada ve köknar ağaçları ile her dem tazelerin teatral duruşları, ufuk boyunca dikkatle çekilmiş bir perdenin saçakları gibi suya yansıyorlardı. Henüz çizilmiş gibi duran bu doğa parçasının üzerindeki hafif bulutlar, uzaktan ona muazzam bir çekicilik ve muzip bir sahtelik havası veren mavimsi birer gölge gibiydiler.
Diğer kıyıda, yeni alınmış bir oyuncak gibi ışıldayan Châlet des Îles’te altın rengi kum taneleri, arsız çimenlerin arasından rüzgârda