Эмиль Золя

Ölüm


Скачать книгу

Laure d’Aurigny olmak bile daha az sıkıcı olsa gerek.’’ Renée birkaç dakikalığına, Laure d’Aurigny olsa hayatının nasıl olacağını düşünmek için sustu ve ardından ürkek bir tonla: ‘‘Ancak hiç şüphesiz, tüm o kadınların da kendince dertleri vardır. Hayatın cilvesi işte… Dediğim gibi, başka bir şey olmalı. Daha önce kimsenin hissetmediği, tamamen yeni ve eşsiz bir zevk, anlıyor musun?’’ Bu hayalî zevkin hevesi içinde âdeta kayboluyor, konuşması ağırlaşıyordu. Fayton, Boulogne Ormanı çıkışına doğru ilerliyordu. Koruluklar, yolun her iki tarafında kasvetli grimsi duvarlar gibi gölgeler içinde uzadı. Boş kaldırımlar üzerinde şık giyimli burjuvaları ve derin bir melankoliyi ağırlayan, kışı şaşkına çeviren sarıya boyalı döküm sandalyeler ve tenha yol boyu ahenk ile ilerleyen peş peşe araçların kederli iniltileri…

      Şüphesiz Maxime, hayatın her daim güzel olabileceğini düşünmenin sahteliğinin farkındaydı. Hâlen ara sıra ortaya çıkan güzelliklerine kendisini kaptırabilecek kadar genç olsa da öylesine kibirli, alaycı, kayıtsız ve tüm bunların iğrençliğini duyumsayamayacak kadar da yaşlıydı. Oysa bunu itiraf edebilse belki kendi ile gurur duyardı. Renée’ye doğru uzandı ve acıklı bir sesle: ‘‘Haklısın, tüm bunlar çok yorucu. Ben de sık sık o tarifsiz zevki bulmanın ve ‘başka bir şey’in hayalini kuruyorum. Seyahat etmek kadar nefret ettiğim bir şey yok mesela. Para kazanmaktan da… Ben, parayı harcamayı severim. Bir yerden sonra o da başlardaki gibi zevk vermiyor tabii. Sevmek, sevilmek… Eninde sonunda bundan da usanıyoruz değil mi? Ah, evet! Kesinlikle usanıyoruz.’’ Renée cevap vermiyordu. Maxime, onu konuşturabilmek için büyük bir saygısızlık ile şaşırtmayı düşünerek: ‘‘Bir rahibe tarafından sevilmek isterdim, ne komik olurdu değil mi? Onu düşlemenin günah olduğu birini sevdiğini düşünsene…’’

      Renée hâlen sessizdi. Maxime, söylediklerini dinlemediğini düşündü. Boynunu faytonun dolgun kenarına yaslamış kadın, gözü açık uyuyor gibiydi. Öyle hareketsizce yatıyor; onu daha da karanlığa sürükleyen düşünceler, titreyen dudaklarında görülüyordu. Kendisini tümüyle bıraktığı alaca karanlığın gölgesi, onu belirsiz bir hüzün ve zevkin ağırlığına boğmuştu. Şüphesiz, gözünü kırpmadan öndeki uşağın kamburunu izleyen Renée; mide bulandırıcı lüksler, katılmak istemediği yavan eğlenceler, anlık tatminler, tekdüze aşklar ve ihanetler ile geçip giden hayatını düşünüyordu. Sonra yorgun zihninin bir türlü bulamadığı bu “başka bir şey” fikri, bir umut gibi titrek bir arzu ile beliriverdi. Hayalleri, yolunu kaybetti. Bir çaba ile onları aradı zihninde; ancak zifirî karanlıkta, faytonların tekerlerinin gürültüsünde kayboluyorlardı. Aracın hafif sarsıntısı da arzusunu dile getirmesinin önündeki bir diğer engeldi. Yolun iki tarafında uzanmış gölgeler içinde uyuyan ağaçlar, tekerlerin gürültüsü ve onu tatlı bir şekilde uyuşturan bu hafif sarsıntı Renée’yi müthiş bir şekilde kışkırtıyordu. Gerçekliğe kavuşmamış hayaller, isimsiz arzular, karmaşık dilekler, eve dönüş yolunda göğün solduğu bu saatlerde bir kadının yorgun kalbine binlerce kara leke gibi nüfuz edip onu korkunç bir hale getirebilirdi. İki eli ile ayı postunu sımsıkı tutmuş, kadife yakalı beyaz yün paltosunun altında ter döküyordu.

      Renée, biraz olsun rahatlamak için gerinirken ayağını uzattı ve Maxime’nin sıcak bacağına nazikçe dokundu. Maxime tepki vermedi. Bir sarsıntı Renée’yi uyuşukluğundan kaldırdı ve başını kaldırarak gri gözleri ile yanında oturan zarif genç adama merakla baktı. O sırada fayton, Boulogne Ormanı’ndan çıkıyordu. L’Avenue de L’Impératrice Caddesi, ufka değen yeşile boyalı iki ahşap bariyer ile alaca karanlıkta dümdüz uzanıyordu. Atlılara ayrılan yan yolda, beyaz bir at kasvetli gölgeyi parlak bir nokta gibi delip geçiyordu. Diğer tarafta geçit boyunca, orada burada Paris’e doğru ilerleyen başıboş gezginler vardı ve en tepede, araçların kalabalıklaştığı işlek patikanın sonunda, engin isli gökyüzüne karşı beyazlığı ile göze çarpan L’Arc de Triomphe’nin bir bölümü görünüyordu.

      Fayton hızlı tırıslarla ilerledikçe Maxime, caddenin her iki yanında azalan çimler yerine yükselen binaların kaprisli mimarilerinin oluşturduğu manzaranın İngiliz cazibesine kapılıp gidiyor; Renée ise La Place de l’Etoile’da yanan her bir gaz lambasının, o küçük sarı ışıkları ile yiten günü aydınlattığını gördükçe keyifleniyor; gaipten sesler içinde Paris’in bu sonbahar gecesinde onun için yandığını ve ona bilinmeyen zevki hazırladığını duyumsuyordu.

      Fayton; L’Avenue de la Reine-Hortense’ye dönmüş ve La Rue Monceau’nun sonunda, Malesherbes Bulvarı’ndan birkaç adım ötede, bir avlu ile bahçe arasındaki büyük bir konağın önünde durdu. Avluya açılan yaldız işlemeli büyük bir çift kapının her iki yanında, içinde büyükçe alevlerin parladığı, yine yaldız işlemeli çömlek şeklinde bir çift de gaz lambası bulunuyordu. İki kapı arasında, küçük bir Yunan tapınağını anımsatan küçük bir evde kapıcı yaşıyordu. Araç avluya girmek üzereyken Maxime çeviklik ile yere atladı. Renée, genç adamın elini tutarak: ‘‘Biliyorsun, akşam yemeği yedi buçukta. Hazırlanmak için bir saatten fazla vaktin var, çok geç kalma.’’ dedi ve ekledi: ‘‘Mareuiller de bize katılacak, biliyorsun. Baban özellikle Louise’e karşı nazik olmanı rica ediyor.’’ Maxime, yüzü düşerek: ‘‘Ah, ne sıkıcı! Onunla evlenmek ile ilgili bir problemim yok ancak sürekli gönlünü hoş tutmaya çalışmak çok saçma. Renée, bu akşam beni Louise’den kurtarabilirsen ne güzel olurdu.’’ Ne zaman espri yapacak olsa takındığı muzip ifade ve Lassouche’den taklit ettiği buruşuk yüz ve aksanla: ‘‘Ne dersin, sevgili üvey anneciğim?’’ Renée, dostane bir niyet ile genç adamın elini tuttu ve kibar, gergin bir tavırla çabucak: ‘‘Eğer babanla evli olmasaydım neredeyse bana kur yaptığını düşünecektim.’’ Maxime bu söylemi çok komik bulmuş olacak ki Malesherbes Bulvarı’ndan köşeyi dönerken hâlen gülüyordu. Fayton içeri girdi ve basamakların önünde durdu. Bu kısa ve geniş basamaklar, kenarlarında altın rengi saçaklar ile süslenmiş koca tenteler ile çevriliydi. Konağın iki katı; küçük, kare buzlu camlara sahip hizmetli odasının üzerinden yükseliyordu. Basamağın en tepesinde, cumbalı pencerelerin arasından çatıya kadar uzanan ince sütunlar ile destekli alınlığın altında, koridora açılan giriş kapısı bulunuyordu. Ön cephe, her katta taş çerçeveli beş pencerenin simetrisi ile göze çarpıyordu. Çatıda ise büyük, dikey bir kare pencere vardı.

      Ön cephenin asıl gözdesi bahçeydi. Tüm zemin katı çevreleyen dar bir terasa uzanan görkemli basamakların Monceau Parkı tarzında tırabzanları, avludaki tente ve fenerlerden daha fazla yaldız işliydi. Konağın her iki yanında binanın iskeletinde çevrelenmiş yuvarlak odaları ile kuleyi andıran ek yapılar yükseliyordu. Ortadan, konağın kalbi olduğu anlaşılan üçüncü bir ufak kule dikkat çekiyordu. Ek yapıların uzun ve dar pencereleri ile ana binanın geniş kare pencereleri; zemin katlarda taş, üst katlarda ise yaldızlı ferforje korkuluklara sahipti. Tamamıyla bir gösteriş budalalığıydı. Konak, heykellerin ardından zar zor görülüyordu. Pencerelerin etrafı dallar ve çiçeklerle sarılı; balkonlarda geniş kalçalı, dik göğüslü kadın heykellerinin tuttuğu çiçek sepetleri, şurada burada duvarlara iliştirilmiş süs rozetleri, güller ve akla gelebilecek tüm taş ve mermerden yetişen çiçek ve meyve salkımları vardı. Çatı katını sarmalayan korkulukların arasında, belli bir sırayla dizilmiş çömleklerden alevler saçılıyor ve bu olağanüstü konağın demirbaşı olan, muazzam çiçek ve meyve salkımlarına açılan alınlığın üzerine konumlandırılmış öküzgözü pencerenin çevresinde, âdeta saz demetlerinden örülmüş sepetlerine doldurdukları elmaları ile poz verircesine duran çıplak kadınlar görülüyordu yeniden. Konaktaki her detay gibi işlemeli dört şömine bacası, iki paratoner ve son olarak kabartmalı kurşun kaplama bitişli çatı, bu mimari havai fişek gösterisinin son dokunuşuydu.

      Sağda,