âdeta içerideki ihtişamı dışarıya göstermek istercesine modern vitrin camlarını andıran devasa pencerelerden gördükleri mobilyalar, kumaşlar ve göz kamaştırıcı zenginlikteki tavan oyuntuları karşısında hayrete düştüler.
Güneşin son ışıklarının ardından, tüm bu şatafatı uykuya daldırırcasına ağaçların arasından yükselen karanlık çöktü. Diğer taraftan oldukça nazik bir uşak, Renée’nin aracından inmesine yardım ediyordu. Sağda; kırmızı tuğlalı ahırların kahverengi meşe ağacından kapıları, cam hangarlara doğru açılıyordu. Solda; komşu evin bitişik duvarı, konağa uygun görünmesi için nişlerle bezenmiş ve önüne, kollarındaki deniz kabuğundan aralıksız su fışkıran iki Aşk Tanrısı heykeli şeklinde fıskiye konmuştu. Renée, kırışan elbisesini düzeltmek için bir süreliğine basamakların başında durdu. Az evvel atların gürültüsü ile inleyen avlu, aracın çıkmasıyla yeniden boşaldı ve bu soylu sessizliği şimdi, durmaksızın akan suyun şırıltısı bozuyordu. Konağın karanlığını yakında sonbaharın ilk büyük ziyafeti için aydınlatacak olan avizeler; şimdilik yalnızca giriş kat odalarda, dama tahtasına benzer muntazam kaldırım taşlarını kükreyen bir yangının parıltısı ile aydınlatıyordu.
Renée holün kapısını ittiğinde elinde gümüş çaydanlıkla mutfağa doğru giden kocasının uşağı ile burun buruna geldi. Uzun boyu, geniş omuzları, soluk teni, İngiliz diplomatlarınkini andıran düzgün tıraşlanmış bıyıkları ve tıpkı bir yargıç gibi ağırbaşlı havası ile siyahlar içindeki adam müthiş görünüyordu. Renée: ‘‘Baptiste, Mösyö evde mi?’’ Uşak, kalabalığı selamlayan prensleri kıskandıracak bir baş hareketiyle: ‘‘Evet, Madam; Mösyö üzerini değiştiriyor.’’ Renée, yavaşça eldivenlerini çıkararak yukarı çıktı.
Giriş holü, konağın en lüks yeri olabilirdi. Hole girer girmez bir boğulma hissi yaşanıyordu. Yerlerde serili ve merdiven basamakları boyunca uzanan kalın halılar, duvar ve kapıları sarmalayan kırmızı kadife kaplamalar, bir şapelin sessizliği ve hoş kokusu ile havayı ağırlaştırıyordu. Yüksek tavan ve yerlere kadar uzanan perdeler, bir kafes üzerine iliştirilmiş gül şeklinde kabartmalı bezemeler ile süslüydü. Kırmızı kadife kaplı basamaklarına eşlik eden beyaz mermer tırabzanları ile merdivenler, ana salonun kapısının bulunduğu iki kola açılıyordu. İlk sahanlığın tüm duvarını devasa bir ayna kaplıyordu. Merdivenlerin bittiği eşikte mermer tırabzanların üzerinde bellerine kadar çıplak yaldızlı bronz heykeller, beş ampullü parlak ışıklar saçan yuvarlak cilasız cam lambaderleri taşıyordu. İki tarafta da nadir bitkilerin çiçekler açtığı İtalyan çinisi saksılar vardı.
Merdivenleri birer birer çıkarken aynada büyüyen yansımasını gören Renée’nin aklından, en meşhur aktrisleri de tutsak eden, ‘‘Gerçekten dedikleri kadar güzel miyim?’’ sorusu geçiyordu. Daha sonra, Monceau Parkı manzaralı ikinci kata çıktı ve onu akşam yemeğine hazırlaması için evin hizmetçisi Céleste’i çağırdı. Tam bir saat, on beş dakika sürdü. Giysinin son iğne darbesi bittiğinde iyice sıcaklayan Renée, odanın penceresini açtı ve pervaza yaslanarak düşüncelere daldı. Céleste, kadının arkasında sessizce iğne iplikleri topluyordu. Parkın aşağısı bir gölge denizi ile dolup taştı. Rüzgârın ani silkelenmesi ile bir mürekkep sıçraması gibi ahenkli bir gelgite kapılan kuru yapraklar, çakıllı bir kumsaldan süzülen dalgaları anımsatan sesler çıkarıyorlardı. Bu gelgit ancak La Reine-Hortense Caddesi’nden Malesherbes Bulvarı’na ilerleyen belli belirsiz bir aracın, altın sarısı farları ile bölünebiliyordu. Penceresinden bu hüzünlü sonbahar sahnesini seyreden Renée’nin kalbi, bir kez daha keder ile doldu.
İki yüzyıl boyunca bir yargıç soyu Béraud du Châtel’i ağırlayan, Saint-Louis Adası’ndaki babasının kasvetli evinde geçen çocukluğunu hatırladı. Sonra “Rougon” soyadını, yerden altın kazıyan bir tırmığınki gibi kulak tırmalarcasına o iki heceli “Saccard” soyadına satan bu adamla ve o fakir zihnini günden güne bulandıran zenginlik içindeki ani evliliğini düşündü. Daha sonra çocuksu bir neşe ile aklına, küçük kız kardeşi Christine ile eskiden oynadığı keyifli tüy top oyunları geldi. Bir sabah, son on yıldır içinde yaşadığı hayal dünyasından uyanacak; kocası hakkındaki vurgunculuk yaftalarından sebep itibarının zarar görmesine çok sinirlenecekti. Bu düşünceler, önsezi gibi beliriverdi. Ağaçların iniltileri yükseldi. Bu utanç ve cezanın rahatsızlığında Renée, derinlerde bir yerde uykuya dalmış saygın burjuva ailesinin içgüdülerini uyandırmış ve bu kara geceye, kumaş parçalarına artık bir servet harcamayacağına ve yatılı okuldaki mutlu günlerinde, kızlarla hep birlikte çınar ağacının altında yuvarlanırlarken söyledikleri, Artık ormana gitmeyeceğiz şarkısında hissettiği gibi masum zevkler bulacağına dair söz vermişti.
O sırada merdivenlerden inmek üzere olan Céleste’in, Madam’ın kulağına: ‘‘Mösyö sizi aşağıda bekliyor, şimdiden birkaç konuk salona teşrif etmiş bile.’’ fısıldaması ile Renée ürperdi. Omuzlarını donduran keskin havayı fark etmemişti. Aynasının yanından geçerken durdu ve kendine şöyle bir baktıktan sonra, istemsiz bir gülümseme ile aşağı indi. Neredeyse tüm konuklar gelmişti. En önce yirmili yaşlarında, incecik beyaz elbisesi ile kız kardeşi Christine’i gördü. Daha sonra sırası ile altmışlı yaşlarında, siyah saten elbisesinde son derece zarif, Aubertot noteri ile evlenen dul halası Élisabeth; zayıf, tatlı ve yaşını belli etmeyen, hafif donuk tenli ve seçtiği elbise rengi ile daha da donuk görünen kocasının kız kardeşi Sidonie Rougon; Mareuil ailesi ve eşinin ölümünün yasından yeni çıkmış, uzun boyu, bitkin ve ciddi yüzü ile uşak Baptiste’in yakışıklılığına sahip Mösyö de Mareuil ve onun on yedi yaşında, cılız, hafif kamburu çıkık, kırmızı puantiyeli elbisesi ve beyaz fuları ile hastalıklı bir zarafete sahip kızı zavallı Louise; şık giyimli, ciddi görünümlü, solgun yüzlü ve pek konuşmayan bir grup adam; sarı elbisesi ile Markiz d’Espanet ve sarışın, morlar içinde kıyafetinde Madam Haffner’in ayrılmaz ikilisi olduğu yüksek sosyete beş altı kişilik bir kadın grubunun etrafında dört dönen çapkın tipleri ve ardına kadar açık yelekleri ile bir grup genç erkek ve son olarak Renée’nin selamını almadığı, karşılıksız bir aşkın hüznüne sahip gözleriyle bir süvari… Halıyı süpüren etek kuyruklarının ortasında ise ertesi gün Saccard’ın bir işini halledecek olan iki zengin duvar ustası müteahhit Mignon ve Charrier; ayaklarında botları, siyah fraklarının arkasında bağlı elleri ile ağır ağırdolanıyorlardı.
Kapının yanında duran Aristide Saccard, bir yandan resmî görünümlü adamlarla güney lehçesi ve genizden konuşması ile sohbet ederken bir yandan da gelenleri selamlıyordu. Konuklarla el sıkışan, onlara methiyeler yağdıran ve karşılarında kukla gibi eğilen bu kısa boylu, sıska adamda dikkat çeken tek şey; gösterişli nişan kurdelesiydi.
Renée’nin salona girişi, bir hayranlık mırıldanması ile karşılandı. Birbirlerine sarmaşıklarla bağlanmış menekşelerden bir demetle süslü ön kısmı, bol fırfırlı eteğinin arkası ve özel İngiliz dantelleri ile işli zarif, saten, yeşil elbisesinde Renée; ilahi bir güzelliğe sahipti. Büstü, omuzlarında biten menekşe demetlerinin ardında açık kolları ve göğüs uçlarına kadar dekolteli bu zengin elbise; kutsal meşe ağacından çıkan bir orman perisi edasında tül ve satenleri aralayarak tüm çıplaklığı ile beyaz gerdanı ve narin bedeninin bu yarı özgürlükten öylesine mutlu göründüğü, elbisenin geri kalanının da neredeyse kayıp gitmesine izin vereceği eşsiz bir zarafet ile taşıyordu. Tepeden, bir sarmaşık sapı ile dolanarak bir menekşe düğümüne tutturulan miğfer şeklinde topuz toplanmış sırma sarısı saçları; tüm bu çıplaklığı ensesinde de vurguluyordu. Boynunda, kusursuz şeffaflıkta bir kolye ve alnında pırlantalı gümüş dallarla örülmüş bir başlık