sanayici ile evli olan Madam Haffner’di. Renée bu kadınları yatılı okuldan tanıyordu. O zamanlar “ayrılmaz ikili” olarak bilinen bu iki kadına ön adları ile sesleniyordu: Adeline ve Suzanne. Onlara gülümsedikten sonra yeniden aracının köşesine sinmek üzereyken Maxime’in kahkahası ile ona doğru döndü. Yarı baygın bu yatışına alaylı gözlerle bakan Maxime’e: ‘‘Hayır, hayır! Gerçekten durum ciddi, öyle üzgünüm ki lütfen gülme.’’ Maxime gülünç bir ses tonuyla: ‘‘Ah! Ne acı. Gerçekten, kıskanıyor musun?’’ dedi. ‘‘Ben mi?’’ diye cevap verdi Renée, ‘‘Kimi kıskanacakmışım? Ah, tabii. Şu şişko patates Laure’u. İnan bana, hiç umurumda değil.’’ dedi, donuk bir gülümseme ile. ‘‘Eğer Aristide, inanmamı istediğiniz gibi onun borçlarını ödeyip yurt dışına kaçmaktan kurtardıysa paraya sandığımdan daha az düşkün olduğunu gösterir. Bu da onu, kadınların gözdesi yapacaktır. Sevgili Mösyö, sizi tamamen özgür bırakıyorum.’’ Bunu söylerken sesinde oldukça inandırıcı bir ilgisizlik vardı: “Sevgili Mösyö…” Birden tüm bedenini öylesi bir hüzün kapladı, zevkin tanımını unutmuş bir kadının kederli gözleri ile mırıldandı: ‘‘Nasıl da isterdim… Ama hayır; kıskançlık değil bu, hiç değil.’’ Bedeninde sezinlediği son gücü, ‘‘Görmüyor musun, çok yorgunum.’’ diyerek tüketti ve mıh gibi dudakları ile derin bir sessizliğe gömüldü. Faytonlar hâlâ, düzgün tırısları ve uzakta şarıldayan bir şelalenin sesini andıran gürültü ile göl boyunca ilerlemeye devam ediyordu. Şimdiyse solda; su ve yolun arasında tuhaf sütun demetleri oluşturan ince ve düz yapraklı bodur ağaçlar uzanıyordu. Sağda; koruluklar ve ağaçlar geride kalmış, Boulogne Ormanı şimdi uçsuz bucaksız yeşil çimenliklere açılıyordu. Oraya buraya tek tük dizilmiş uzun ağaçlar, usulca dalgalanan yeşil yaprakları ile bir örtü misali Porte de la Muette’in oldukça uzaktan seçilebilen, yere hizalanmış siyah dantel parçası gibi gözüken kapısına kadar uzanıyordu. Ağaç ve yaprakların esintisinin derinleştiği yamaçlarda, manzara masmavi idi. Önünde uzayıp giden ufuk ve akşamın tatlı havasında nemlenmiş bu çimenler, Renée’ye varlığının anlamsızlığını hissettiriyordu.
Derin sessizliğinin sonunda: ‘‘Ah, çok sıkılıyorum; sıkıntıdan ölüyorum.’’ dedi. Maxime sakince: ‘‘Hiç eğlenceli değilsin. Bunu biliyorsun, değil mi? Sinirlerin çok bozulmuş, orası kesin.’’ Renée soğuk bir eda ile: ‘‘Haklısın, sinirlerim bozulmuş.’’ Ardından anaç bir tavırla ekledi: ‘‘Yaşlanıyorum, sevgili oğlum. Yakında otuz yaşıma gireceğim. Hiçbir şey bana zevk vermiyor, korkunç bir şey. Sen henüz yirmili yaşlarındasın, beni anlaman mümkün değil.’’ Maxime bir anda çıkıştı: ‘‘Bu itiraflar için mi beni buraya kadar getirdin, bu yolculuk bitmeyecek.’’ Renée bu terbiyesizliği, şımarık bir çocuğa her istediğini yapmasına izin verircesine âciz bir gülümseme ile karşılayarak: ‘‘Hayıflanmakta haklısın.’’ dedi. Maxime: ‘‘Her bir elbisene yılda yüz bin franktan fazla harcıyorsun ve her bir elbisen, gazetelerde çok matah bir şeymiş gibi haber oluyor; koca bir konakta yaşıyor, muhteşem atların sahibesi oluyor, tüm saçma taleplerin herkes tarafından karşılanıyor, tüm kadınlar seni kıskanıyor ve sırf parmak uçlarına bir öpücük kondurabilmek için ömründen on yıl verebilecek adamlar tanıyorum, haksız mıyım?’’ Renée cevap vermeden söylediklerini onaylarcasına başını sallıyordu. Gözlerini, üzerine çektiği ayı postuna dikmişti. Maxime ekledi: ‘‘Lütfen, mütevazılığın lüzumu yok. İkinci İmparatorluk’un en nüfuzlularından biri olduğunuz apaçık ortada, aramızda böyle şeylerin gizlisi saklısı olmaz. Nereye giderseniz gidin, Tuilière’e dahi gitseniz bakanlara, milyoner ya da multimilyonerlere hüküm sürersiniz. Hiçbir şey zevk vermiyormuş! Size duymak zorunda olduğum saygı beni alıkoymasa…’’ Birkaç saniye duraksadıktan sonra küstahça gülümseyerek cümlesini bitirdi: ‘‘Her elmadan ısırdığınızı söylerdim.’’ Renée gözünü bile kırpmıyordu. Maxime devam etti: ‘‘Çok sıkılıyormuş!’’ sinirden güler hâlde tekrarlıyordu bu cümleyi ve devam ederek; ‘‘Hayret bir şey! Ne istiyorsunuz siz? Daha ne istiyorsunuz?’’ Renée, bilmiyorum der gibi omuzlarını silkti. Maxime, başını öne eğmiş kadının bakışlarındaki karanlığın ciddiyetini gördüğü an, “En iyisi artık çenemi kapatayım.” diye düşündü. Gölün sonuna geldiklerinde, yayılarak koca kavşağı doldurmuş peş peşe dizili araçlara baktı. Tüm görkemleri ile kavşağı dönen araçların ardından, atlarının sert zeminde hızlanan tırıslarının sesi yükseliyordu. Faytonun, araçların hizasına girmek için yaptığı sert dönüşten Maxime; belli belirsiz bir haz duydu. Sonra, her ne kadar istese de Renée’nin üzerine gitmeye devam etmekten sakınarak: ‘‘Bak, bu gezintiyi hak ediyorsun. Sana iyi gelecek. Paris’e dönmüş, önünüzde diz çöken tüm şu kalabalığa bir bakın. Sizi bir kraliçe gibi selamlıyorlar. Hatta şuradaki, yakın arkadaşınız Mösyö de Mussy’e bir bakın. Sizi öpücüklere boğmamak için kendisini zor tutuyor.’’
Maxime şimdiye dek alaycı bir ikiyüzlülükle konuşurken hakikaten de bir atlı, Renée’yi selamlıyordu. Kadın, omuz silkerek arkasını dönünce bu kez Maxime umutsuzluğa kapılarak: ‘‘Gerçekten mi? Ah, Tanrı’m! Her şeye sahipsin, daha ne istiyorsun?’’ dedi. Renée başını kaldırmış, tatmin olmamış bir merakın arzusunda parlayan gözleri ve alçak bir sesle: ‘‘Başka bir şey istiyorum.’’ Maxime: ‘‘Ancak sizin gibi her şeye sahip biri için, başka bir şey nedir?’’ diye sordu gülerek. ‘‘Nedir?’’ diye tekrarladı Renée ancak yanıtlamadı. Sağına doğru dönerek ardından solup giden garip tabloyu seyretti.
Neredeyse gece olmuştu. Alaca karanlık, ince bir kül gibi yavaş yavaş düşüyordu. Göl, suyun üzerinde kalan son ışığın solgunluğunda koca yuvarlak bir metal levhayı andırıyor; her iki kıyıyı da kaplayan düz, ince gövdeleri ile gölün uyuklayan yüzeyinden yükseliyormuş gibi görünen yeşil yapraklı ağaçlar, su kenarının ölçüp biçilmiş kıvrımlarını vurgulayan morumsu sıralı sütunlar gibi görünüyordu. Uzaklarda başıboş yaprak yığınları, koca birer kara leke gibi ufku örtüyordu. Kara lekelerin ardından bu gri sonsuzluğun yalnızca bir parçasını alevlendiren, sönmek üzere olan güneşten yayılan kor kırmızı bir parlaklık yayıldı. Bu durgun gölün, bodur ağaçların ve tuhaf bir biçimde rahatsızlık vermeyen bu manzaranın üzerinde gökyüzü daha da büyüyor ve genişliyordu. Bu küçük doğa köşesinin, büyük gökyüzü parçasının tepesinden böylesi kasvetli bir sonbahar akşamının tatlı ve yürek burkan bir gecesinde, bir ürperti ve belirsiz bir hüzün kapladı her yanı. Ağır ağır gölgeden bir kefene teslim olan Boulogne Ormanı, tüm dünyevi zarafetini kaybederek ormanlarının güçlü cazibesi ile devleşti. Alaca karanlıkta parlaklığını yitiren araçların tırıs sesleri, uzaktaki yaprakların ve akan suyun sesi gibi geliyordu. Her şey yavaşça ölüyordu. Gölün ortasında büyük bir Latin teknesinin yelkeni göze çarpıyordu. Bu tümüyle kayboluş anında, sarı devasa yelken bezinden başka bir şeyi ayırt etmek imkânsızdı.
Renée, kutsal ormanların ürperttiği gece boyu uzanmış; artık ona pek tanıdık da gelmeyen bu dünyevi yapaylıktaki manzaradan, antik tanrıların utanç verici ilahi(!) ensestlikleri ve zinalarıyla dolu aşklarının tarifsizliğinde bir arzu hissi duydu. Fayton ilerledikçe geride kalan titrek bir peçe ardındaki alaca karanlık; beraberinde düşlerinin ülkesini, hasta kalbi ile yorgun bedenini tatmin eden o insanüstü ve utanç verici koca oyuğu da söküp alıyordu sanki. Göl ve bodur ağaçlar göğün hizasında kara bir çizgi misali gölgeler arasında kaybolurken Renée, bir anda dönerek yanıtlamadığı soruyu tekrarladı: ‘‘Nedir?’’ ve devamında; ‘‘Başka bir şey işte… Ne olduğunu nasıl bilebilirim başka bir şeyin. Tüm bu balolardan ve şık akşam yemeklerinden bıktım artık! Hep aynı şeyler, anlıyor musun? Beter bir şey bu. Hele erkekler… Öyle katlanılmazlar