telgrafı Trabzon valisinin tevkif olunduğu gecenin ertesi günü, Trabzon’da Vali ile Zeki ve Servet Beylerin ve bunların aldatmaları üzerine bazı kimselerin İstanbul ile ilgiyi kesme hareketini önlemek hususundaki teşebbüslerinin ve İstanbul’a gizli bir heyet hâlinde gitmek hususundaki planlarının başarısızlığa uğratılmasının gerçekleştiği bir günde, yani 25 Eylül günü çekiliyor ve bizi ancak 27-28 Eylül gecesi aramak lüzumu hissediliyor. Yapılan yazışmalardan anlaşıldığına göre Erzurum’a giden Vali Galip Bey, tekrar Kazım Karabekir Paşa’ya, İstanbul’a bir heyet aracılığı ile başvurmaktan söz etmiştir ki bununla ilgili olarak Paşa’nın 27 Eylül tarihli bir izin isteme telgrafını alıyoruz. Buna 28 Eylül’de cevap olarak çekilen telgrafta, Kerim Paşa ile yapılan görüşmenin özeti verildikten sonra, “Söz konusu müracaata lüzum görülüp görülmeyeceğinin bildirilmesini rica ederiz. Lüzum görülürse Trabzon Valisinin Dâhiliye Nazırı Adil Bey’den, millî mücadelemize karşı gelmek hususunda hiçbir farkı olmadığından kendisinin asil millî mücadelemize hiçbir şekilde karışmasına müsaade buyurulmaması” cevabı veriliyor. (Ves. 118). Kazım Karabekir Paşa’nın 30 Eylül’de verdiği cevapta: “Trabzon valisinin bu gibi işlere karıştırılmaması hakkındaki” düşüncemizin yerinde olduğu kabul olunduktan sonra, “Trabzon’un durumunda çoktandır beklenen düzelme oldu.” deniliyordu (Ves. 119).
Efendiler bu son arz ettiklerimle bir hakikat üzerinde daha fikirleri aydınlatmak isterim. Trabzon valisi Galip Bey ile Zeki Bey’in Saray ve Ferit Paşa ile münasebetleri vardı. Bir heyet hâlinde İstanbul’da gerekenleri aydınlatmak ve bazı tedbirler tavsiye etmek ve yeni emirler almak gibi maksatlara dayandığı bence şüphe götürmüyordu. Nitekim Zeki Bey daha sonra İstanbul’a gittiğinde, arkasından gerektiği kadar para ve cephane gönderilmek vaadiyle ve özel talimatla Trabzon ve Gümüşhane dolaylarında teşkilat yapmak üzere gönderilmiştir. Kendisini, İnebolu’da tevkif ettirmiş ve Ankara’ya getirtmiştim. Bana, bu söylediğim şeylerin hepsini itiraf etti. Yalnız, sözde İstanbul’u aldattığını, alacağı para ve silahları sözde bize teslim etmek niyetinde bulunduğunu söyledi. Buna, o gün ve hatta bugün inanacak safdiller bulunabilir mi? Bununla beraber, ben bu zatı, Erzurum Kongresi’ndeki münasebet hatırasına hürmet göstererek, yalnız gerekli ihtar ve nasihatlerde bulunmakla yetinerek serbest bırakmıştım.
İlk Bozkır Hadisesi ve İzmit Mutasarrıfının Muhalefeti
Efendiler, İstanbul hükûmeti tarafından, kolordu komutanı olarak Konya’ ya gönderilen Sait Paşa’yı 30 Eylül’de İstanbul’a geri gönderdik. Konya Valisi Cemal Bey’in kaçmasından önce tertip ettiği ilk Bozkır hadisesinin önüne geçmek için, 20’nci Kolordu ve Niğde’de 11’inci Tümen’in vasıta ve yardımlarıyla gerekli tedbirler alınarak İstanbul’un çıkmasını beklediği hadiseleri önledik. Ereğli; Bolu, Adapazarı, İzmit dolaylarında kurulmaya çalışılan Kuvayımilliye teşkilatı, eylül ayının son günlerinde büyük hassasiyet göstermeye başladı ve o civarlardaki Kuvayımilliye liderleri kabinenin direnmesi hâlinde İstanbul’a harekete hazır bulunduklarını bildiriyorlardı. Bu hususu, 28 Eylül’de bütün memlekete ve tabiatıyla İstanbul’a da bir genelgeyle bildirdik. Ancak İzmit şehrinde 2 Ekim gününde menfi denebilecek yeni bir durum karşısında kaldık. O tarihte İzmit mutasarrıfı, Suat Bey adında bir zattı. Kendisini telgraf başına çağırdık. Son günlerdeki tebliğlerimizin tamamen alınıp gerekenlerin yapılıp yapılmadığını sordum. Mutasarrıf Bey verdiği izahatta diyordu ki: “Tebliğleri aldım. Anlaşmazlık ve karışıklık olmaması için halkı serbest bırakarak dinlemeyi en doğru hareket bildim. Menfi söylentiler vardır. Heyetitemsiliye’den açıklama istemek ve bilhassa maksadın (İttihat hükûmetini önceki şekliyle ihya etmek olup olmadığını kesin olarak anlamak kararındalardır. Bendeniz tarafsız bir adam olmak üzere sükûn ve asayişi korumakla mükellefim. Bendeniz her kim ve her ne için olursa olsun, neticesi meçhul bir maceraya başkalarını sürüklemeyi doğru görmem; tedbirli ve ihtiyatlı hareket edilmesi taraftarı olduğumu tam bir tecrübem üzerine arz ederim.” (Ves.120).
Verdiğim cevap, aynen şuydu:
Suat Bey’e,
C. İzmit’te zerre kadar anlaşmazlık ve karışıklığa meydan vermemek, esas vazifeniz olduğu gibi tarafımızdan da bilhassa rica edilmiş bir husustur. Millî teşkilat ve mücadelemizin meşru maksat ve mahiyetini, gerek zatıalinize ve gerek İzmit’te birçok kimselere ve bütün dünyaya karşı yazmış ve yazmakta bulunduğumuz beyanname ve açıklamalarla en kinci düşmanlarımıza bile anlatmış olduğumuza şüphemiz kalmamıştır. Artık ancak ayak takımının dedikodusundan başka bir mahiyeti olmayan söylentilerin karar vermek hususunda tesiri olabileceğini imkân tasavvur etmiyoruz. Bundan başka, halkın öğrenmek istediği noktalar vardıysa bunlar neden derhâl bize sorulup mesele halledilmemiş bulunuyor? Zatıaliniz tarafsız durumda kalmayı tercih buyuruyorsunuz. Hâlbuki takip ettiğiniz yol, kesinlikle tarafsızlık olamaz. Çünkü zatıaliniz milletin meşru mücadelesine karşı tarafsızlığınızı iddia ettiğiniz hâlde, haince hareketleriyle gayrimeşru ve esasen yok hükmünde olan Ferit Paşa kabinesinin emirlerini yerine getirmekle meşgulsünüz. İttihatçılığın ihyasıyla uğraşacak kısır görüşlülerden olmadığımızı zatıaliniz pek güzel takdir buyurabilirsiniz. Zatıalinize pek samimi ve fakat bütün kesinliğiyle şunu arz ederim ki zatıaliniz henüz Ferit Paşa kabinesine itimat beslemiyorsanız bunu, Dâhiliye Nezaretine resmen bildirmelisiniz. Eğer milletin hüküm ve arzusuna aykırı olarak Ferit Paşa kabinesine güveniniz varsa İzmit’in muhterem halkını meşru olan millî mücadelesinde serbest bırakmak üzere derhâl mevkinizi terk ile İstanbul’a hareket ediniz. Bu iki noktadan herhangi birine uymamanız hâlinde, yüksek şahsınızın uğrayacağı akıbetin yaratıcısı ve sorumlusunun yine zatıaliniz olmuş bulunacağını büyük bir samimiyetle bildirmeyi vicdani bir vazife sayarım.
Mutasarrıf Bey’in “Kulunuzu sükûnetle dinleyiniz efendim, bendeniz iyi ifade edemedim. Maksadınızın yüce ve meşru olduğundan zaten şüphe edilemez.” cümleleriyle başlayan cevabında yazılan satırlar “Bizi, yarınki cuma namazı toplantısına kadar kendi halimize bırakınız. Ferit Paşa’ya, kim bilir kaç defa kalemle hücum eden bendenizi ne kadar kötü gözle görüyorsunuz, efendim.” cümleleriyle son buluyordu (Ves. 121).
Bunun üzerine ertesi günkü cuma namazı toplantısına kadar bekleyeceğimize dair yazdırdığım telgrafa, şu iki cümleyi ilave ettim: “Zatıalinizi kötü gözle gördüğüm hakkındaki zan doğru değildir. Çünkü vicdanımız sızlamaksızın verebileceğimiz hükümler ancak fiilî neticelere bağlıdır, efendim” (Ves. 122).
O tarihte, İzmit’te, Albay Asım Bey adında bir zat tümen komutanı olarak bulunuyordu. Asım Bey’e de bir iki günden beri, telgraf başında tebligatta bulunulmuştu. Fakat hiçbir cevap alınamıyordu. Onu da, 2 Ekim günü makine başına çağırdım, konuştum. Kendisine: “Kabinenin düşeceği ve belki de düşmüş olması muhakkaktır; bu bakımdan milletin azim ve iradesi her türlü tereddütün üstünde bir kudrete sahiptir.” dedikten sonra kesin düşünce ve kararını beklediğimi söyledim (Ves. 123). Tümen Komutanı Asım Bey’in uzun mazeretler ve düşüncelerle dolu cevabından çıkan müspet mana, şimdiye kadar cevap vermeyişinin sebebinin İstanbul’daki Kolordu Komutanından sorduklarına cevap almayışından ileri geldiği (Ves. 124) ve yarınki cuma namazında karar alınacağı cümleleriyle özetlenebilir (Ves. 125). Bazı nasihat ve teşvikleri ihtiva eden cevabımızda ayrıca şunları da söyledim: “Ferit Paşa’nın yarına kadar çekilmesi kuvvetle muhtemeldir. Bu takdirde, yarınki toplantınız neticesinde zatışahaneye ve belli olduğu takdirde yeni hükûmet başkanına kabinenin millî gayeyi tamamen benimsemiş tarafsız şahsiyetlerden kurulmasını istirham etmek hususunu ve bunun beklendiğinin