Mehmet Akif Ersoy

Safahat


Скачать книгу

esrâr nasıl kalmada muzlim?

      Ey nûr-i ulûhiyyetinin zılli avâlim!100

      Küfe

      Beş gün oldu ki, mu'tâda inkıyâd ile ben

      Sabahleyin çıkıvermiştim evden erkenden.

      Bizim mahalle de İstanbul'un kenârı demek:

      Sokaklarında gezilmez ki yüzme bilmeyerek!

      Adım başında derin bir buhayre101 dalgalanır,

      Sular karardı mı, artık gelen gelir dayanır!

      Bir elde olmalı kandil, bir elde iskandil,

      Selâmetin yolu insan için bu, başka değil!

      Elimde bir koca değnek, onunla yoklayarak,

      Önüm adaysa basıp, yok, denizse atlayarak,

      -Ayakta durmaya elbirliğiyle gayret eden,

      Lisân-i hâl ile ammâ rükûa niyyet eden-

      O sâlhûrde, harab evlerin saçaklarına,

      Sığınmış öyle giderken, hemen ayaklarına

      Delîlimin koca bir şey takıldı… Baktım ki:

      Genişçe bir küfe yatmakta, hem epey eski.

      Bu bir hamal küfesiymiş… Acep kimin? Derken;

      On üç yaşında kadar bir çocuk gelip öteden,

      Gerildi, tekmeyi indirdi öyle bir küfeye:

      Tekermeker küfe bîtâb düştü tâ öteye.

      – Benim babam senin altında öldü, sen hâlâ

      Kurumla yat sokağın ortasında böyle daha!

      O anda karşıki evden bir orta yaşlı kadın

      Göründü:

                          – Oh benim oğlum, gel etme kırma sakın!

      Ne istedin küfeden, yavrum? Ağzı yok, dili yok,

      Baban sekiz sene kullandı… Hem de derdi ki: «Çok

      Uğurlu bir küfedir, kalmadım hemen yüksüz…»

      Baban gidince demek kaldı âdetâ öksüz!

      Onunla besleyeceksin ananla kardeşini.

      Bebek misin daha öğrenmedin mi sen işini?

      Dedim ki ben de:

                                                                        – Ayol dinle annenin sözünü!

      Fakat çocuk bana haykırdı ekşitip yüzünü:

      – Sakallı, yok mu işin? Git cehennem ol şuradan!

      Ne dırlanıp duruyorsun sabahleyin oradan?

      Benim içim yanıyor: dağ kadar babam gitti…

      – Baban yerinde adamdan ne istedin şimdi?

      Adamcağız sana, bak hâl dilince söylerken…

      – Bırak hanım, o çocuktur, kusura bakmam ben…

      Adın nedir senin oğlum?

                                                                                            – Hasan.

                                                                                                                   – Hasan, dinle.

      Zararlı sen çıkacaksın bütün bu hiddetle.

      Benim de yandı içim anlayınca derdinizi…

      Fakat, baban sana ısmarlayıp da gitti sizi.

      O, bunca yıl çalışıp alnının teriyle seni

      Nasıl büyüttü? Bugün, sen de kendi kardeşini,

      Yetim bırakmayarak besleyip büyütmelisin.

      – Küfeyle öyle mi?

                                                               – Hay hay! Neden bu söz lâkin?

      Kuzum, ayıp mı çalışmak, günah mı yük taşımak?

      Ayıp: dilencilik, işlerken el, yürürken ayak.

      – Ne doğru söyledi! Öp oğlum amcanın elini…

      – Unuttun öyle mi? Bayramda komşunun gelini:

      «Hasan, dayım yatı mekteplerinde zâbittir;

      Senin de zihnin açık… Söylemiş olaydık bir…

      Koyardı mektebe… Dur söyleyim» demişti hani?

      Okutma sen de hamal yap bu yaşta şimdi beni!

      Söz anladım ki uzun, hem de pek uzun sürecek;

      Benimse vardı o gün birçok işlerim görecek;

      Bıraktım onları, saptım yokuşlu bir yoldan.

      Ne oldu şimdi acep, kim bilir, zavallı Hasan?

***

      Bizim çocuk yaramaz, evde dinlenip durmaz;

      Geçende Fatih'e çıktık ikindi üstü biraz.

      Kömürcüler kapısından girince biz, develer

      Kızın merakını celbetti, daima da eder:

      O yamrı yumru beden, upuzun boyun, o bacak,

      O arkasındaki püskül ki kuyruğu olacak!

      Hakikaten görecek şey değil mi ya? Derken,

      Dönünce arkama, baktım: Beş on adım geriden,

      Belinde enlice bir şal, başında âbânî,

      Bir orta boylu, güler yüzlü pîr-i nûrâni;

      Yanında koskocaman bir küfeyle bir çocucak,

      Yavaş yavaş geliyorlar. Fakat tesadüfe bak:

      Çocuk, benim o sabah gördüğüm zavallı yetim…

      Şu var ki, yavrucağın hâli eskisinden elim:

      Cılız bacaklarının dizden altı çırçıplak…

      Bir ince mintanın altında titriyor, donacak!

      Ayakta kundura yok, başta var mı fes? Ne gezer!

      Düğümlü, alnının üstünde sâde bir çember.

      Nefes değil o soluklar, kesik kesik feryad;

      Nazar değil o bakışlar, dümû-i istimdâd.102

      Bu bir ayaklı sefâlet ki yalnayak, baş açık;

      On üç yaşında buruşmuş cebîn-i sâfı, yazık!

      O anda mekteb-i rüşdiyyeden taburla çıkan

      Bir elliden mütecâviz çocuk ki, muntazaman

      Geçerken eylediler ihtiyârı vakfe-güzin…

      Hasan’la karşılaşırken bu sahne oldu hazin:

       Evet, bu yavruların hepsi, pür-sürûd-i şebâb,103

       Eder dururdu birer âşiyân-ı nûra şitâb.