Mizancı Mehmed Murad

Turfanda mı Turfa mı?


Скачать книгу

meşgul olmadığını kolayca fark edebilirlerdi.

      Vapur hareket ederken içi içine sığmayan Mansur Bey’de şimdi aceleden hiçbir eser kalmamıştı. Demek kendisi için bir dakika evvel kapısını çalmak istediği bir ev, bir an evvel bağrına basmaya koşacağı bir vücut yahut gayretini göstermek için öpmeye koşacağı bir etek yoktu.

      Evet, öyleydi. Mansur Bey İstanbul’a ilk defa geliyordu. Gelmesini icap ettirecek bir aile yahut tanıdık bir insan yoktu. Mektepten yeni çıkmış olduğu için etek öpmek usulünün gizli yönlerini ve hünerlerini henüz bilmiyordu. Bilmiş olsa bile bu hususta marifet göstermek için yarışa çıkmaya hevesli olan takımdan değildi.

      Mansur Bey “İstanbul”a geliyordu. İşte şimdi İstanbul’un orta yerinde bulunuyordu. Bir tarafa gitmek üzere aceleye lüzum yoktu.

      Omzuna hafifçe dokunan bir el ile “Güzel manzara, geniş odalar, nefis yemek, mükemmel hizmet, günlük beş frank (Amerika Oteli), kayık bekliyor, eşyanız varsa götüreyim” sesi, Mansur Bey’i daldığı düşüncelerden uyandırdı.

      Gemiden çıkmak lazım olduğunu anladı. Nereye gidecekti?

      Gidecek hususi bir yeri yoktu. Otele gidecek. İşte hazır komisyoncu da, kayık da gelmişti.

      Komisyoncunun sözlerinde yalnız “beş frank” sözü Mansur Bey’in hoşuna gitmedi. Beş frankın azlığından yahut çokluğundan değildi. Hilafet merkezinin limanında “frank” yerine “kuruş” sözünü işitmeyi arzu etmesindendi.

      Bununla beraber kabul ederek kamaraya indi. Ufak bir meşin sandığı işaretle:

      “Şunu alınız. İki sandık da kitap olacak. Lakin ambarda olmalı. İşte bilet.” dedi.

      Komisyoncu:

      “Sandıkları sonra idarehaneye alıp getiririm.” efendim. Siz kayığa buyurunuz.

      Kayık, Galata gümrüğünün önüne yanaştı. Gümrük memuru sandığı açtırdı. İçinde her çeşit çamaşırdan başka beş altı cilt kitap mevcuttu.

      Memur:

      “Bunların içinde zararlı bir şey olmasın.”

      Mansur Bey:

      “Yoktur. Lakin bakabilirsiniz.”

      Memur:

      “(Mansur Bey’in çenesini okşayarak) Senin gibi beyefendiler zararlı şey taşımazlar. Haydi kapa da işine git.”

      Mansur Bey, memurun bu hareketini o anda takdire muktedir olamadı. Çünkü sandığı açılırken, memura bakarak, kalbinden “İşte ilk tesadüf ettiğim gayret arkadaşım.” diyordu. Belki de çenesine el götürmek derecesinde gümrük memurunda hasıl olan cesaret, Mansur Bey’in bütün bir samimiyet ve muhabbetle yüzüne bakmasından ileri gelmişti. Memurun hareketini de, bu samimiyetin karşılığı gibi telakki edebiliyordu. Fakat gümrük memurunun hareketi, Mansur Bey’de iyi bir tesir uyandıramadı. Sebebi, eli uzatmadaki laubalice cüreti değildi. “Kitaplarda zararlı bir şey olmasın.” diyen memurun eşyasını muayene ile mükellef olduğunu düşünerek hakkıyla vazife yapmada müsamaha göstermiş olmasından dolayı hoşlanmamıştı. Zararlı eserler aramakla mükellef idiyse daha dikkatle bakması icap ederdi. Diğer taraftan, memurun ağzından herkese karşı “sen” yerine “siz” hitabının çıkmasını bekliyordu. Hatta bundan dolayı bastığı yere dikkat etmeyerek yolda uzanmış bir köpeğin ayağına bastı. Köpek acısından havlayarak dizine yapıştı ve pantolonunun paçasını dişledi. Üstelik köpekten sakınayım derken ayağı çamurlu bir çukura gitti.

      Bereket versin ki, Mansur Bey’de eski caddelerimizin şu hâli hakkında kendince bir fikir edinecek hâl kalmamıştı. Gerilmiş duyguları, bunlara gümrük memurunun hareketine verilen ehemmiyet kadar olsun bir ehemmiyet verilmesine meydan bırakmadı.

      Bahsettiğimiz vakitlerde tünel ve tramvay henüz yoktu.

      Yollar, caddeler açılmamıştı. Araba bile pek seyrek bulunurdu. Komisyoncu beygire binmesini teklif etti. Mansur yaya gitmeyi tercih etti.

      Mansur Bey’in köpeğin ısırmasına, çamura batmasına ehemmiyet vermemiş olması komisyoncu Yahudi’nin dikkatini çekti, içinden “Galiba bir mala çattık. Allah vere de herif zengin olaydı.” dedi.

      Hırsı kamçılanmış Yahudi, nereden geldiği, İstanbul’da ne kadar oturacağı, bildik ve akrabası olup olmadığı hakkında birçok soru yağdırdıysa da hiçbirine cevap alamadı. Birden vapurda ve gümrükte Türkçe sözler işittiğini unutarak fes giymiş Frenk zannıyla sorularını Fransızcaya çevirdi. Yine merakını gideremedi. Çünkü Mansur Bey “senin nene lazım”ı ifade eder bir bakışla Yahudi’yi susmaya mecbur etti. Yalnız iki yol ağzında, Türkçe olarak, “Ne tarafa gideceğiz?” demekle yetindi.

      Diğer bir hamal, bir araya bağlanmış bir düzineden fazla sandalyeyi arkasına almış ve yükü altında kendisi kaybolduktan başka dar sokağı da tamamen kaplamış olduğu hâlde iki büklüm olarak geliyordu. Üstündeki sandalyelerden birinin ayağı bir Frenk mağazasının güneşliğine takıldı. Hamal mağazacıya seslendi. Frenk sesini çıkarmadı. Hamal tekrar etti. Yine cevap alamadı. Zaten ağır yük altında hırslanmış bulunan hamal şiddetlice bir hamle ile ilerleyince güneşlik yerinden koparak sokağa düştü. Hamal da güya hiçbir şeyden haberi yokmuş gibi yoluna devam etti.

      Mağazacı bu defa, lüzum gördüğü vakit süratli hareket edebileceğini göstererek hırsla hamalın arkasından yetişti ve yükünden tutarak alabildiğine geriye doğru çekti. Hamal arka üstü düştü. Hamalın düşmesiyle altında olan iki sandalye kırıldı. Yükünün altından kurtulan hamal mağazacıya bir tokat aşk etti. Öteki de o yolda karşılık vermekten geri kalmadı.

      Halk birikti. Gürültü çoğaldı.

      Bu duruma çok üzülen Mansur Bey, gözüyle zaptiye memurunu araştırarak vazifesi başında görmek istedi. Fakat kalabalık içinde ona benzer birini görmeye muvaffak olamadı. Mansur Bey, bu gibi işlerde görevli memurların resmî kıyafetlerini henüz bilmediği için, beklediği memurun, toplanan kalabalığın ilk yetişenleri arasında olduğunu düşünerek teselli buldu.

      Mansur Bey:

      “(titrek bir sesle) Bu gibi ağır yüklerin taşınmasına izin verilen vakit, bu vakit midir?”

      Komisyoncu:

      “Bunun için İstanbul’da herkes serbesttir. Her şey, her saatte taşınabilir…”

      Aralarında başka bir söz geçmedi.

      Yüksek Kaldırım’dan, merdivenli yokuştan Beyoğlu’na çıkıldı. Komisyoncu sanki bilhassa yeri seçmiş gibi, Rusya Konsolosluğu’nun önünden geçerken “İşte Beyoğlu’nun büyük caddesi”1 dedi.

      Hemen birkaç metre denilecek kadar dar bulunan o yerde bu sözün söylenmesi Mansur Bey’i kendine getirdi. Bir “cadde”ye, bir de Yahudi komisyoncuya baktı. Lakin öyle bir bakışla baktı ki, müzevir komisyoncu sanki yaylı imiş gibi kendi içine girerek büzülekaldı. Mansur Bey sesini çıkarmadı. Fakat sesini çıkarmak değil, hatta şiddetli bir tokat vurmuş olsaydı belki Yahudi’yi bu kadar müteessir etmiş olamazdı. Hâlinde, bakışında tokattan daha tesirli bir şey görünüyordu.

      Galatasaray civarında bulunan “Amerika Oteli”ne kadar komisyoncu beş adımlık bir ara bırakarak efendi efendi yürüdü, vapurdan beri ettiği gevezeliğinden artık bir eser göstermedi.

      Mansur Bey, otelin kapısına geldiği vakit üzerinde yalnız Fransızca olarak “Hotel d’Amerique”i gördü. Türkçe yazıdan, rakamdan eser göremedi. Keza yerleşmiş olduğu odanın, eşya ve döşemesini gözden geçirdiği sırada, bazı lüzumlu eşya ile