Mizancı Mehmed Murad

Turfanda mı Turfa mı?


Скачать книгу

bu coşkunluğuna esasen üzüldüğü gibi, bazı hakaretli sözlerinden de hiç hoşlanmamıştı. Amcasının o kadar tahkire uğratılmasından dolayı damarlarındaki “İbni Galib”ler kanı biraz kabarmıştı. Bundan dolayı annesine gücenmediyse de, bir daha ağzını açıp sınıfta olan bitenler hakkında bir harf söylememeye karar vermişti.

      Bu hâller Mansur’u Zehra hakkında teveccühe sevk etmişti. Fakat Mansur bu teveccüh ve yakınlığa iki eşit kuvvetin ittifakı, karşılıklı şartlara dayanan bir mukavele gözüyle bakmaya tenezzül etmiyordu. Tam tersine, küçücük kafasında, kadın kısmı hakkında verilen ehemmiyet pek az olduğundan Zehra’yı “himayesi altına almak” suretiyle teveccühünü göstermek istemişti.

      Zehra “himayesine sığınma”ya pek de hevesli olmadığını göstermiş, bir gün vaki olan bir söz dalaşması üzerine Mansur, Zehra’yı derhâl müdafaa etmeye hazırlanırken:

      “Ben senin yardımına muhtaç değilim. Sermayen varsa kendini müdafaa için saklayıver.” gibi bir set önünde durakalmıştı. Bununla beraber iki yetim ders odasında yan yana otururlar ve birbirlerinin hak ve haysiyetlerine tecavüz etmezlerdi.

      Fakat tahsildeki başarısını uğradığı azarlanmalara karşı zırh gibi kullanmaya karar veren Zehra, derslerde tam not almaya başlayınca ve hele sevmedikleri Mansur’un ehemmiyetsiz bir hatasını bahane eden mürebbiler tarafından Zehra bir defa sınıf başı ilan edilince Mansur’un kibir ve vakarı coşmuştu.

      “Vay! Şu pis çoban kız derste beni geçsin.”

      Zehra’nın sınıf başılığı müddeti olan birinci ay içinde Mansur, bir gün olsun akşamdan zihni öfkeli duygulardan uzak olarak rahat uykusunu uyuyamamıştı.

      Ertesi ay da aynı dereceyi tutturduklarından yine Zehra sınıf başı olarak kalmıştı!

      Hasılı Mansur, sınıf başılığını elde edinceye kadar az kaldı kendini yiyecekti. Mürebbiler mahsus Zehra hakkında müsamaha gösteriyorlardı. Lakin Mansur’un rengini ve adamakıllı zayıfladığını görünce vicdanları artık garaz etmeye razı olamamıştı.

      Daha çok defalar Zehra bütün derslerden tam not almışsa da, bundan sonra Mansur da hiçbir dersten kırık bir not almayarak sınıf başlığını sonuna kadar muhafaza etmişti.

      Bu rekabet, kalplerinde kıskançlık yaratmaktan uzak kalmamış, kıskançlığın belirtileri bile defalarca meydana çıkmıştı.

      Mansur ile Zehra yan yana otururlardı. Zehra bir gün elini Mansur’un önündeki kitaba uzatmıştı. Mansur eline vururcasına bir hızla kitabını çekmişti.

      Zehra:

      “Sanki yiyeceğim diye mi korktun?”

      Mansur:

      “Kitabı yiyip yemeyeceğini bilemem. Pis ellerinden kitabım kirlenmesin” diye alıyorum.

      Arkadaşları gülüştüler. Zehra sesini çıkarmadı.

      Birkaç gün sonra Mansur, biraz yalanca oturmuş olan Zehra’yı itti.

      Mansur:

      “Biraz öteye git!”

      Zehra:

      “Yakında oturup seni ezecek değilim ya!”

      “Ezmeyeceksin ama ahırda sürüklediğin pis eteklerini sürüyorsun.”

      “Eteklerimi ahırda sürüklemedim. Entarim yepyenidir. Daha bugün giydim. Mendil vereyim de çapaklarını iyi sil.”

      “Mendil senin olsun. Gözümü silmek değil, onun elime süründüğünü istemem.”

      “Keyfine! Kör gibi temiz ile kirliyi fark etmeyerek âleme maskara olup gidersin.”

      “Entarin temizse başındaki kirli saçlarından dökülen bitleri ne yapalım? Bitlenmeye arzum yoktur. Onun için git öteye diyorum. Yoksa…”

      “Ey, yoksa?”

      Çocukların kahkahaları münakaşalarına nihayet vermişti. Yoksa iş fenaya varmak üzereydi.

      Zehra hiddetinden kıpkırmızı oldu. Maviye yakın irice ela gözleri bir kere parladıktan sonra nemlendi.

      Zira Zehra’nın kömür gibi siyah saçları her vakit alay ve sataşmalara hedef olagelmişti. Bu saçları için annesinden de daima azar işitirdi. Çünkü Zehra’nın örüp toplu tutmak gibi bir külfete katlandığı yoktu. Saçı vakit ve zamanıyla yıkanır, temiz tutulurdu. Bunun için Mansur bile bile iftira ediyordu. Fakat saçak gibi daimi surette dökülmüş bulunduğundan, bazen pilici sevmek üzere eğildiği vakit uzunluğu dolayısıyla yerde sürünmesinden, süprüntülerin ilişip yukarı kata çıkarıldığı olurdu.

      Bundan sonra Zehra’nın saçlarını annesiyle dadısından başka bir kimse çözük görmedi. Lakin saçı güzelce örülmüş bir hâlde sınıfa gelen Zehra, yine saçı bahanesiyle arkadaşlarının alayına hedef olmuştu.

      Zehra’nın artık tahammülü kalmamıştı. Derse devam edemeyeceğini önce annesine, sonra amcasına kesinlikle bildirmiş, sebeplerini söylememiş fakat gerek ricaların, gerek tehditlerin zerre kadar tesiri görülememişti.

      Bu suretle üç sene kadar beraber okumuş olan çocuklar ayrılmışlardı. Çünkü her nedense bu işten pişman olan Mansur da, Zehra’nın dersi terk etmesinden birkaç ay sonra tahsile devam etmek üzere amcasından müsaade alarak Fransa’ya gitmişti.

***

      Bugün Beyoğlu Lokantası’nda oturmuş bulunan Mansur Bey, işte bu çocukluk âlemini, en ufak teferruatına varıncaya kadar düşünce süzgecinden geçirdi. Sonunda:

      “İsmail Bey geçen sene yazdığı mektupta Zehra’nın da İstanbul’da olduğunu bildirmişti. Bir daha bir şey yazmadı. Acaba hâlâ İstanbul’da mı?” dedi.

      Sonra da:

      “Acaba hâlâ öyle hırçın, huysuz mudur? Çocukluk hâliyle tahsiline mâni olduğum içim kendimi bir türlü affedemiyorum.”

      Zehra bir daha Mansur’un düşüncelerinde yer etmedi.

      Şimdi, Fransa’ya gitmezden önce, Cezayir’de amcası Ahmed el-Nasır’ın konağında İstanbul’dan alınan mektubun okunuşunu hatırlıyordu.

      Ahmet el-Nasır, konağında, harem dairesinde bulunan kadınların kendisinden kaçmasını istemezdi. Bunun için kardeşlerinin hanımları da şeriata uygun şekilde örtünerek umumi eğlence ve sohbetlere karışırlardı. Böyle bir sohbet esnasındaydı ki, bir gece, Ahmed el-Nasır, İstanbul’daki kardeşi Şeyh Salih Efendi’den henüz aldığı mektubu her nasılsa herkesin önünde okumuştu.

      Mektup, Ahmed el-Nasır için İstanbul’a göç etmek lüzumundan bahsediyordu. Yüce hilafet merkezinde din kardeşleri içinde, Allah katında makbul, övünülecek bir hizmetle ömür geçirmek mümkünken, din ve vatan düşmanları içinde yaşamanın mahzurlu olduğu sağlam delillerle ifade ediliyordu. Ahmed el-Nasır’ın Fransa’dan almakta olduğu maaşa esasen ihtiyacı olmadığı, olsa bile o maaşa karşılık Osmanlı devlet hazinesinden maaş tahsis ettirileceği, ayrıca zaten Fransa’nın maaşı kesmeyeceği vesaire hakkında dokunaklı tavsiyeler yazılıydı.

      Ahmed el-Nasır bunları hem okur hem de tenkit etmekten geri durmazdı.

      Bu tenkitler esnasında, dizine dayanmış olduğu annesinin başından ensesine doğru düşen bir damla su, Mansur’u başını kaldırmaya mecbur etmişti. Mansur büyük bir hayretle annesinin gözlerinde yaş görmüş fakat ufak bir işareti üzerine susmuştu.

      Bu durum, geceleyin odalarında annesiyle oğlu arasında bir saat kadar süren bir konuşmaya sebep olmuştu. Mansur bu konuşmadan, Ahmed el-Nasır’ın dindaşlarının gözünde ne kadar itibardan düştüğünü,