Mizancı Mehmed Murad

Turfanda mı Turfa mı?


Скачать книгу

kendi kendine kalırsa minderin üstünde ve kenarında eksik olmayan kitaplardan birini alıp erkân şiltesine iner.

      Oturduğu yer merdiven kapısının karşısına düşer. Çıkan misafir kapıdan girer girmez Efendi’nin karşısında bulunmuş olur.

      Gelen misafirler sofada kabul olunur. Fakat misafir devlet büyüklerinden olursa merdiven karşısındaki kapıdan diğer bir salona, oradan denize bakan geniş ve güzel döşenmiş bir odaya alınır. Asıl “efendi odası” bu odadır. Döşemesi daha değerli eşyadandır. Duvarlarında harita yerine en meşhur hattatların seçkin eserlerinden olmak üzere birçok çerçeve asılıdır.

      Şu salon ile odadan başka binanın o yönünde biri hem sofaya hem de salona açılır, diğeri yalnız sofaya açılır iki oda daha vardır. Bu odalar oğlu İsmail Bey’in odalarıdır.

      Sofanın merdiven tarafındaki duvarında iki kapı mevcut olup ikisinden de mabeyin dairesine gidilir. Biri, yani merdivenden çıkılınca sağ yahut deniz tarafına geleni yemek, kiler, kütüphane odalarına, diğeri de soba, hamam dairesine götürür.

      Yemek odasıyla kilere alt kattan ayrıca merdiven vardır. Her vakit selamlık sayılır. Anahtarı Efendi’nin cebinde bulunan kütüphane salonuna bitişik olan odası harem dairesini kapatır.

      Öbür taraf, yani soba ve hamamın bulunduğu bölme ise harem dairesinden sayılır. Yalnız kışın sofanın kapıları hatırlı misafirlere açılır. Bunu yalnız Efendi yapabilir. İsmail Bey’e bile bu müsaade verilmemiştir. Bu taraftan da aşağı kata merdiven vardır. Bu merdivenle önce sofa denilecek kadar büyük bir ayakkabılığa ve dönme dolabın önüne, harem bahçesine inilir.

      Harem dairesi oda bakımından selamlığın iki misli büyüklüktedir. Üst katta mabeyin dairesine yine sofa bitişiktir. Sofanın kütüphane dairesindeki kapıdan Efendi, hamam dairesindeki kapıdan da İsmail Bey gelip giderler. Halayıklar sofaya süpürmek için yalnız günde bir kere çıkabilirler. Hanımlar ise çokluk uğramazlar.

      Harem dairesinin birinci sofasından daha içeriye gitmek için dört kapısı vardı. İkisi birbirinden geçmeli üçer odadan öbür sofaya çıkmak için kullanılır. Diğer ikisi ise odalara uğratmaksızın aralık yoldan doğru öbür sofaya götürür.

      Öbür sofada da şu dört kapının karşısındaki kapılardan başka, aralarında çifte merdivenin doğramalı kapısı vardır. Sofanın öbür kısmında ise boyuna odalar bulunur ki Karadeniz tarafındaki büyük oda Hanımefendi’nin misafir odası, yanı başındaki iki küçük oda kızı Sabiha Hanım’ın, Akdeniz tarafındaki köşe odası Zehra Hanım’ındır.

      İki sofa arasındaki üçer odadan Karadeniz tarafındakiler Efendi’nin, yani karısının, Akdeniz tarafındakiler de İsmail Bey’in, yani gelin hanımın daireleridir.

      Alt katta, bahçede dönme dolap ile pek seyrek açılır büyük bir kapıdan başka harem ile selamlık arasında bir kapı ve pencere yoktur.

      Selamlığın sokak kapısı caddeye, hareminki de bahçeden yandaki sokağa bakar.

***

      Mansur Bey’in İstanbul’a gelişinin ertesi olan cumartesi günü, gündüz saat altı buçuk sularında Şeyh Salih Efendi Hazretleri, her zamanki gibi sofada oturmaktaydı.

      Yüzüne dikkatli bakan olsaydı, kafasının fazla meşgul olduğunu görebilirdi. Çünkü esmer rengi ak denilecek dereceye yaklaşmış kır sakalı ile pek de uygun düşmeyen büyük siyah gözleri arada sırada parlayıp sönmekteydi. Artık uzamaya başlamış ve siyah rengini hâlâ muhafaza edebilmiş olan gür kaşlarının altından parlayan o büyük gözler, şüphesiz hiddeti hâlinde bendelerinin ve bakışlarına hedef olan başkalarının yüreklerinde kanı dondurabilecek kadar tesirli bir silah yerine geçerdi.

      Zaten Salih Efendi’nin umumi görünüşünde itici kuvvet, çekici kuvvete galipti. Boylu bosluydu, hatta oturduğu yerde bile dağ gibi görünürdü. Hele birkaç seneden beri ziyadece yağ bağladığından vücudun şekilsizliği gecelik entari ve kürkle de örtülemiyordu. Yüzü gevşemiş, alnı buruşmuştu; ilk bakışta yalnız gözleri, yaradılıştan sahip olduğu zekâyı aksettirebiliyordu.

      Minderin üzerinde oturan Salih Efendi’nin karşısında, kapıya yakın olan bir sandalyenin kenarına ilişerek iki büklüm olmuş bir adam bulunuyordu. Kara sakalı, çatık kaşları, kalın yüzü siyaha çalan fesi, tek gözlüğü, elbisesinde görülen alafrangalığa düşkünlüğü ile beraber, redingot yakasının yağı kendisinin “yeni terbiye görmüş” Ermenilerden olduğunu gösteriyordu. Hakikaten bu adam Salih Efendi’nin bazı özel işlerine bakan Avukat Kirkor Sarmaşıkyan Efendi’ydi.

      Mühimce işlerle meşgul oldukları ikisinin de yüzünden belliydi. Kendilerine dikkatimizi çevirdiğimiz sırada şu suretle lakırtı ediyorlardı:

      Salih Efendi:

      “Demek oluyor ki Fransa hükûmeti davanın Fransa’da görülmesine razı olduğunu sefire (büyükelçi) bildirmiş?”

      “Evet Efendimiz. Fransa hükûmeti davaya bakılması için Arles, Nirones, Montpellier mahkemelerinden birinin tercih olunmasını bizim arzumuza bırakmıştır. Bu hususta sefir de Hariciye Nezareti (Dışişleri Bakanlığı)’ne resmen bilgi vermiştir.”

      “Şimdi ne yapacağız?”

      “Şimdi Efendimiz, lazım olan evrakı alıp Avukat Lenoir ile beraber bir gün evvel Fransa’ya gideceğiz. Kulunuza kalırsa Arles mahkemesini tercih etmeliyiz. Çünkü küçük şehirlerde istenildiği gibi kullanılabilecek memurlar daha çok bulunur. İşin içinde bol para var. Elbette biz davranılacak yolu buluruz. Muhterem kardeşinizin henüz haberi bile olmadan, biz lazım olanları elde ederek işimizi bitiririz. Zaten avukatımız Lenoir, Arles şehrinde doğma büyümedir. Ayrıca faydası olur.”

      “Ne vakit hareket edeceksiniz?”

      “Gelecek haftanın postasıyla gideriz. Mübarek zatınızdan yol masrafını almaktan başka işimiz yoktur.”

      “Peki. Fransız yüzde ona razı olmuyor mu?”

      “Hayır Efendimiz. On beşi kendisinin, beşi de sadık kulunuzun olmak üzere yüzde yirmiden aşağıya razı olamam.” diyor.

      “İki yüz elli bin liralık dava olduğunu anlattın mı? Yüzde beş hesabıyla yine adamı ihya edebiliriz.”

      “Anlattım Efendim. Fakat fayda yok. Bir de kulunuza kalırsa, daha aşağı bir ücret teklif etmek tehlikelidir. Çünkü, Fransız bu ya! İhanet ederek öbür tarafa hizmet edebilir.

      “Haydi, öyle olsun. … mutasarrıfından bir haber var mı? … naibine ne cevap verdin?”

      “Naib Efendi’ye Efendimizin memnun olduğunuzu yazdım. Mutasarrıf Bey’den geçenlerde yağ ile gelen mektuplardan başka bir haber almadım.”

      “Bir kaşık yağ yahut bir parmak bal ile beni kani olur zannetmesin. Vaadini tamamen yerine getirsin. Altı ay oldu. Koca bir mutasarrıf için beş yüz liranın bulunması o kadar güç bir şey miymiş? Sonra kendisi bilir. Bir daha kayırmadıktan başka semtime bile uğratmam, öylece yazıver. Paraya lüzum var dersin.

      “Peki Efendimiz, işte Efendimiz, bizim sarrafın pusulası. Rusçuk’tan gelen parayı teslim ettim, pusulayı aldım. Malum Efendimiz, sarraf terbiyesiz bir adamdır. Kulunuza tuhaf bir şey söyledi. Dedi ki: ‘Efendimizin aylığı on beş bin, arpalığı da altı bin iken Efendimizin parası yıldan yıla bunların toplamından ziyade artmaktadır. Bu ne kadar bereketli paraymış?’ Kulunuz da, ‘Helal para böyle bereketli olur.’ ” dedim.

      “Terbiyesiz herif! Ne vazifesi imiş? Başka bir cevap vermedin mi?”

      “Efendimizin Cezayir’de epey gelirleri olduğunu da söyledim.”

      “Peki.