Mizancı Mehmed Murad

Turfanda mı Turfa mı?


Скачать книгу

Sabiha’dan biraz irice yapılı fakat fevkalade tenasübe sahipti. Sabiha’ya latif, nazik, güzel diyecek bir kalemin Zehra’ya da güzel hem de pek güzel diyeceği şüphesizdi. Lakin güzellikte incelik değil, aksine vakar ve ağırbaşlılık vardı. Can yakıcı, göz kamaştırıcı, saygı duygusu uyandırıcı bir güzelliğe malikti.

      Üzerinde güzelliğini göstermeye özendiğini ilan eden hiçbir alamet yoktu. Düz renkli ince bir yünlüden yere kadar uzun elbisesi ve kalın baş örtüsü ile ilk bakışta pek sade görünebilirdi. Lakin güzelliği ve cazibesi bu sadelik içinde daha ziyade kendisini göstermekteydi.

      Uzunca ela gözleri, kömür gibi uzun kirpiklerinin arasından vicdan temizliğine mahsus bir safiyeti, azim ve zekâyı gösterir bir metanetle ta kalbe nüfuz edercesine pırıl pırıl parlıyordu.

      Kendisine mahcup olduğu bu güzel varlığın önünde kendini affettirme arzusu Mansur Bey’de pek şiddetliydi. Şimdi, işte gözü önünde duruyordu. O garip, huysuz ilkbahar şimdi göz kamaştırıcı zengin bir yaza dönmüştü. İşte fırsattır. Kendini affettirmeli. Kabahatinin yüreğinde açtığı yarayı işaretle af ve merhametine layık olduğunu göstermeli!

      Lakin kabahati tamir kabul eder mi? Şu güzel vücut kadar gelişmeye elverişli olan kültürü önüne bir cehalet seddi çekmek küstahlığında bulunmuştu. Seddin kaldırılması kabil olur mu? Maziyi geri getirmeye imkân bulunur mu?

      Ya o set kendiliğinden kalkmış da, kültürü de vücudu gibi gelişmişse? Ah, o vakit Mansur kendisini ne kadar bahtiyar sayacaktı! Vicdanına baskı yapan o tek ağırlık da ortadan kalkmış olacaktı.

      Mansur, ağabeyce samimiyeti maksada varmak için en kısa bir yol addetti. Kırgınlık sebebini düşündü. Fikrini ayrılık noktasından tamire çalışmak uygun olacaktı. Saçı hatırına geldi. Baş örtüsüne baktı. Altından bir şey göremedi. Kendi kendine, “Kim bilir şu bez parçasının altındaki saç, başını ne güzel taçlandırmış bulunuyor?” dedi.

      Yabancı memleketlerde, dört duvar arasında cemiyetten, hususiyle kadınlardan uzak olarak ömrünü geçirmiş olan Mansur’un, bir Müslüman evinin harem dairesine mahsus adap hududunu birkaç defa tecavüz etmek suretiyle terbiye olunduğu yoktu. Bunun için Zehra’yı bir anda samimi latifeye davet etmek maksadıyla hemen düşünmeksizin hatırına geleni söyleyiverdi:

      “Başındaki örtü o kadar kalın olmasaydı, birbirimize yabancı olmadığımızı ispat edecek bir şahide müracaat edebilirdim…”

      Büyük bir kabahat etmekte olduğunu, söze başlar başlamaz Zehra’nın kaşlarının çatılmasıyla, alnında bir çizgi belirmesinden ve burun kanatlarının kalkmasından anladı. Fakat iş işten geçmişti.

      “Başımdaki bezin kalınlığının sizi korktuğunuzdan muhafaza için olduğunu anlamanız icap ederdi!”

      Şu cevap, boylu boyunca doğrulmuş olan Zehra’nın ağzından hakaretli ve kibirli bir şekilde çıktı.

      Efendi ile küçük bey gülmek istedilerse de muvaffak olamadılar. Sözünün o tarafa çekileceğini hiç hatırına getirmemiş olan biçare Mansur, kıpkırmızı kızararak yalvarırcasına Zehra’nın yüzüne bakmak istedi!

      Yükselip inmekte bulunan göğsünde, kalbinin çarptığını, gurur ve azameti içinde dahi Zehra’nın fevkalade, cazip bir güzelliği bulunduğunu görebildiyse de kendisi için sığınacak bir af noktası göremedi.

      Mansur’un bu hareketi ile layık olduğu cevaptan sonra tabii olarak ortalığa çöken sükût Salih Efendi’yi görüşmeyi kesmeye mecbur etti.

      “Oğlumuza artık kavuştuk. Sonra istediğiniz kadar görüşürsünüz. Bu günlük bize bağışlayınız.” diyerek selamlığa doğru yürüdü. Hanımlar da ayağa kalktılar. Mansur utanarak temenna ettiği vakit hepsi karşılık verdiler. Fakat Zehra’nın bakışıyla el kaldırışında Mansur sanki, “Benden uzak dur, terbiyesiz!” ihtarını anlatmak isteyen bir şey gördüm zannetmişti.

      Selamlığa doğru gelirken, Mansur kabahatini düşünüyordu: “Ben ne demek istedim, bak o nereye çekti? Hâlâ bana düşmanlığı devam ediyor. Hakkı da var ya! Fakat bugün haksızlık etti. Ben saçını kastederek ‘Bu kadar güzel saça karşı söz söylemek gibi büyük bir kabahatim var.’ demek istemiştim. O ise başka bir şey anladı. Hâlâ benim eski terbiyesizliğin aynısını tekrar edebileceğimi zannetti…”

      Biraz düşündükten sonra yine, “Lakin pek büyük terbiyesizlik etmiş oldum. Yetişkin bir Müslüman kızının saçı hakkında kalabalık içinde söz söylemek… Kabahatim eskisinden aşağı kalmadı. Hem de ilk görüşmede. Bense tamirini İstanbul’daki hususi işlerimin birincileri sırasına koymuştum.” dedi.

      Amcasına dönerek:

      “Amca Efendi! Bendeniz dış memleketlerde büyüdüm. Arkadaşlığın adap ve usulü bakımından pek çok eksiğim vardır. Gördükten sonra açıkça söylemenizi istirham edeceğimden başka, hatta bu hususta babaca birkaç ders vermenizi bile bilhassa rica edeceğim.

      “Estağfurullah evladım! Sen zekisin, İsmail ile beraber konakta bir hafta kaldıktan sonra hiçbir eksiğin kalmayacaktır.”

      Mansur (kendi kendine):

      “Burada kalmam için kati ısrar var. Lakin ben kesin kararımı bozabilir miyim? Seçmiş olduğum yolun daha ilk adımında bir zikzak yapmak hatasına düşecek miyim? Hayır, bu olamaz.” diyordu.

      İlk Adım ve İlk Ümitsizlik

      O akşam Mansur otele döndüğü vakit, İsmail Bey de beraberindeydi. Salih Efendi, Mansur’u konağa getirtmek ve yerleştirmek için İsmail ile beraber birçok ısrar ettiği hâlde muvaffak olamamıştı. Akşamüstü Mansur giderken Salih Efendi mutlaka kandırmak vazifesiyle İsmail’i yanına katmıştı.

      Yolda, Löbon’un yemek salonunda, yine otele kadar Beyoğlu Caddesi’nde İsmail başka bir lakırtı etmemiş, hep yalvarmış, bir iki kere hiddetlenmişken yine Mansur’un yumuşadığı yoktu.

      Otelin odasında oturur oturmaz, İsmail yine ricaya başladı. Mansur’un canı sıkıldı. Başını biraz kaldırdı ve mühim bir kararı bildiren hâkim gibi dedi ki:

      “Bak kardeşim. Odamdasın. Misafire saygı, İslam’ın hasletlerindendir. Onun için seni bilhassa odamda kırmak istemem. Sırf senin kardeşçe sevgin için büyük bir fedakârlık olmak üzere işte ricanı bu şartla kabul ederim.”

      “Ben doktorum. Oldukça işe yarar diplomam da var. Ben yarın, öbür gün Tıbbiye Mektebi’ne gideceğim, diplomamı göstereceğim, imtihanlı imtihansız, her nasıl olursa, İstanbul’da doktorluk yapmak için izin isteyeceğim. İzin verilir, doktor sıfatıyla cemiyette tutulur, amcam da fikrimi almaksızın başkasına müracaat etmemek şartıyla beni aile doktoru tayin etmeye razı olursa, ben de o vakit hizmete karşılık ücret yerine konakta bir iki oda ile yemeği vesaireyi kabul edebilirim. Yoksa taş çatlasa başka türlü olmak ihtimali yoktur. Nafile yere yorulma.”

      “Bir de bu “bedel” maddesi, sırf vicdanımı teskin için olacağından üçümüzden başka da bir kimsenin bundan asla haberi olmayacaktır. O vakte kadar ben de birtakım aletler ve ilaçlarla uğraşıp tecrübeler yapmak lüzumundan bahisle, mektebe yakın bir daire kiralar ve konağa mümkün mertebe sık gelip giderim. Artık bunun bahsini keselim.”

      Gece İsmail Bey hâl ve keyfiyeti babasına arz etti.

      Ertesi günü Salih Efendi, üzerinde “gizlidir” ibaresi yazılı bir zarfı uşağı vasıtasıyla Bab-ı Seraskerî (Millî Savunma Bakanlığı)’ye gönderdi. O gün akşamüstü Serasker Kapısı’ndan da mektep idaresine özel bir mektup gitti.

      Mansur,