Mizancı Mehmed Murad

Turfanda mı Turfa mı?


Скачать книгу

sayfanın yukarısında gözüne “İnneke ente el’-azîz el-Kerîm” ayet-i kerimesi ilişti. Salih Efendi belki çok defa üzerinde derin derin düşünerek tefsirini ezberine aldığından olmalı ki, dikkatle durmaksızın sayfaları çabuk çabuk çevirmeye başladı.

      Üstü başı temiz bir uşak gelip, aşağıya misafir geldiğini ve Efendi ile görüşmek istediğini haber verdiği vakit Salih Efendi büsbütün okumaya dalmış bulunuyordu. Böyle sıralarda misafiri kabul etmeyi pek de istemezdi. Bunun için uşağı sorguya çekmeye lüzum gördü:

      “Misafir kimdir?”

      “Şimdiye kadar gördüğüm insan değildir.”

      “Sarıklı mı, fesli mi?”

      “Feslidir. Hem de genç bir delikanlıdır.”

      “Beni niçin görecekmiş? Kimin tarafından gelmiş? Söylemedi mi?”

      “Hayır efendim; Hatta ismini sordum, onu da söylemedi. Mutlaka Efendiyi göreceğini söyledi.

      “Haydi, meşgul olduğumu haber ver de, kimin tarafından ve niçin geldiğini sor, anla. Eğer mühim bir şey değilse yahut bir kayırma işi için geliyorsa defet, gitsin. Başka vakit gelsin.”

      Aralık kalmış olan sofanın merdiven kapısı birdenbire açıldı. Gülümseyerek içeriye Mansur Bey girdi.

      “Amcacığım, kayırılmak isteyenleri siz hep böyle mi kabul edersiniz? Gerçi izinsiz huzura çıkılmayan bir memleketten geliyorsam da memleket âdetlerini o memlekette bırakıp bulunulan memleketin usulüne uymayı da işin gereği bilirim. Fazla olarak çok özlememin de bu hususta epeyce yardımı oldu.”

      Salih Efendi, kulağının alışmadığı bu “amcacığım” hitabını zaten işitmedi. Geleni de hiç tanıyamadı. Fakat serbest tavrından herhangi birisi olmadığını ve hitabı işitmiş bulunan uşağın saygılı bir şekilde çekilip yol verdiğini görerek elinde olmadan ayağa kalktı. Fakat şaşırmış olduğundan bir şey söylemedi, durdu. Bunun üzerine boynuna sarılmaya hazırlanmış bulunan Mansur Bey de şaşırıp kaldı.

      “(sesi biraz değişmiş olduğu hâlde) Yoksa vücudumda kendinizi, neslinizi andırabilecek bir şey kalmamış mı? Fransa’dan geliyorum ama Frenk olarak değil zannederim.”

      “Vay! Sen kardeşimin oğlu Mansur Bey misin? (yüzü heyecan ve sevinçle parlayarak) Sefa geldin evladım, hoş geldin. Gel seni kucaklayım, bağrıma basayım. Ha, işte öyle! Bak işte koca adam olmuşsun. Hâlbuki seni ilk defa görüyorum. Yazık bize!”

      “Ne yapalım amcacığım, kaderimiz böyleymiş.”

      “Evet kader! Biraz da bizim kusurlarımız.”

      “Hayır efendim, kimseye kusur bulmayınız. Sadece kaderdir.”

      Şeyh Efendi ısrar etmedi.

      “Nasıl bizim kardeşimiz Ahmed el-Nasır ne yapıyor? Hâlâ general olamadı mı?”

      “Haberim yok, efendim, doğru Fransa’dan geliyorum. Cezayir’e uğramadım.”

      “Acayip! Demek buradan dönüp Cezayir’e gideceksin?”

      “Hayır. Şimdiki hâlde Cezayir’e gitmek hesabımda yoktur, efendim.”

      “Ey, bu hâlde?”

      “Bu hâlde, hepimizin vatanı olan yüce hilafet merkezine sığınarak haddim olmadan padişaha sadık gayretli kullar arasında yaşayacağım.”

      Salih Efendi ziyadesiyle hoşnut oldu. Ahmed el-Nasır’ın terbiyesi altında büyümüş olan Mansur’u doğrusu başka bir fikirde, başka bir temayülde göreceği zannındaydı. Sonra kendi kendine, “Zehra da aynı şekilde beni hayrette bırakmıştı.” dedi. Yine kendi kendine, “Hem öyle olacak değil mi? Damarlarındaki kan İbni Galib kanıdır.” dedi.

      Bu sırada Mansur Bey, karşılıklı olarak asılmış Afrika ve Osmanlı İmparatorluğu haritalarına birkaç defa bakmıştı.

      “Hiç olmazsa amcan Ahmed el-Nasır ile haberleşirdin ya?”

      “Hayır, efendim. Yalnız iş olursa yazardım. O da yılda bir, nihayet iki kere.”

      Mansur Bey’in Ahmed el-Nasır’dan bahsetmeye istekli olmadığı yüzünden belliydi. Şeyh Efendi, hatta kardeşine karşı Mansur’un bir çeşit içten düşmanlığı olduğunu da hissederek memnun olmuştu. Şu memnuniyetinin garaz ile iftihardan hangisinin eseri olduğunu anlamak güçtü.

      “(yerine oturarak) Gel gözümün nuru, şuraya yanıma otur. Yahut şu mindere karşıma geç de seni iyice göreyim. Eğer alaturka minderden hoşlanmazsan şu koltuğu çeksinler de şuraya gel!”

      “Amcacığım, arz etmiştim ya! Ben Frenk olarak gelmedim. En halis Osmanlı gözüyle bakabilirsiniz.”

      Bu “Osmanlı” sözü her nedense, Salih Efendi’nin dikkatini çekti. Güya cevap olmak üzere:

      “A, biz vatanımızın dilini bırakıp hâlâ Türkçe konuşuyoruz. Türkçedeki başarınızı gördük, beğendik. Şimdi de biraz, ana dilinizdeki maharetinizi görelim.”

      “Ana dil” mi buyurdunuz? Annem Çerkez’di. Hatta Türkçeden başka doğru olarak bir lisan bildiği yoktu.”

      “Ana dil”den maksadım annen değil, İbni Galiblerdi!”

      “Daha iyi ya! İbni Galib çeşmesinin kaynağı yine Kütahya ovası değil mi? Hem de amcacığım, siz benden iyi bilirsiniz ki, İslam ülkelerinde kavim ve ırk meselelerinde o gibi ince hesaplara meydan verilemez.”

      Salih Efendi’nin alnında birkaç damla ter belirdi. Çocuğun yanında küçük düştüğünü hissederek canı sıkıldı.

      “(birdenbire) Amca Efendi! Sizin her vakit oturduğunuz yer o minder midir?”

      “Evet. Niçin soruyorsun?”

      “Bu haritaları mahsus mu böylece astırdınız?”

      Zaten biraz kendini kaybetmiş bulunan Salih Efendi, daha ziyade müteessir olarak birden cevap veremedi.

      “Haritalarda sanki ne var?”

      “Cezayir’i arkanıza alıp yüzünüzü Rumeli ile Anadolu’ya çevirmişsiniz.”

      Salih Efendi âdeta sıkıldı ve kızardı. Münasip bir cevap da bulamadı. Bunu gören Mansur Bey derde deva olabilmek üzere dedi ki:

      “Gelen misafirlere yalandan bir gösteriş değil, ciddi bir karar olduğunu ağzınızdan işiterek anlamak istiyorum. Çünkü o suretle ben de yolumda tek başıma olmadığımı, sevgili amcamın izinden gittiğimi bilmekle iftihar duymuş olacağım.”

      Salih Efendi, içinde, sadece iftihardan ibaret olmayan birtakım duygularla Mansur Bey’in adi sıra takımından olmadığını anladı.

      İbni Galibler yıkıntısından her nasılsa çıkmış bulunan bu Mansur direğini kendi hayalinde kurduğu binaların dayanıklılığını arttırmak için iyi kullanmaktaki yararları keşfetti.

      “(sözü değiştirerek) Ne vakit geldin? Niçin geleceğini bana haber vermedin?”

      “Geleceğimin ne ehemmiyeti olabilir ki sizi rahatsız etmeye lüzum görülsün? Dünkü posta ile geldim.”

      “Şimdiye kadar nerede kaldın?”

      “Vapurdan Beyoğlu’ndaki otellerin birine gitmiştim. Şimdi doğru oradan geldim.”

      “Ne kadar ayıp etmişsin! Hiç Beyoğlu otellerine gidilir mi?

      “Gerçi hakkınız var. Ben de hiç beğenmedim. Hatta niyetim, şimdi dönüşümde İstanbul tarafında uygun bir iki odalı yer bularak hemen yerleşmektir.”

      “(hayret