Mizancı Mehmed Murad

Turfanda mı Turfa mı?


Скачать книгу

derdimin ilk kurbanı yapmış oluyorum. Cenabıhak ilerisini hayreyleye.”

      Defteri kapadıktan sonra bir müddet düşündü.

      “Yok, böyle bırakmaya gelmez. Mutlaka hareketimi düzeltmeliyim.” dedi.

      Düşündüğü, o gün amcasının evinde Zehra’ya karşı yaptığı münasebetsiz hareketti.

      Mektupluk kâğıt alıp birkaç satır yazdı, tekrar okudu, zarfa koydu.

      Ertesi günü, sabahleyin gelen İsmail Bey ile birlikte İstanbul’un ziyaret edilecek yerlerini dolaştılar.

      İsmail Bey’in arabasına binmiş, Beyoğlu Caddesi’nden geçerlerken İsmail Bey karşılarına gelen bir harem arabasının içindekilere bakarak tebessüm etti ve ufak bir işarette bulundu. O tarafa bakmış olan Mansur arabadaki hanımların karşılık verdiklerini gördü.

      Mansur’un zihninden, “Karısı ile kayınvalidesi olmalı.” düşüncesi geçti. Lakin İsmail Bey, İstanbul tarafında diğer bir arabaya bakarak hareketini tekrar etti. Zaten o gün pazar bulunduğu için sokaklarda birçok konak arabası vardı. İsmail Bey, güya suale cevap veriyormuş gibi:

      “Bunlar Beyoğlu’na, Kâğıthane’ye giderler. Fakat asıl Kâğıthane günü cumadır. Cuma günü beraber gidelim. Kâğıthane’mizi görmüş olursun.” dedi.

      Mansur sesini çıkarmadı. Fakat bir müddet sonra İsmail Bey, üçüncü bir arabadakilerle işaretlenince ciddi olarak:

      “Bunlar bizim ailemizden mi?” diyerek sordu. İsmail Bey sualin ciddiyetiyle sesteki değişiklikten dolayı “hayır” derken biraz kızardı.

      İsmail Bey’in millî ahlak ve terbiyeye vergili olan bu kızarmasını gören Mansur, yine sesini çıkarmadı ve arabanın köşesine çekilip yalnız kendi tarafına bakmaya başladı.

      Ayrıldıkları sırada Mansur, İsmail’e bir zarf uzatarak:

      “Şunu Zehra Hanım’a vermek zahmetinde bulunur musunuz?” dedi.

      İsmail, hayret ve latifeyi ima eder bir tarz ile dedi ki:

      “Vay! Şimdiden başladınız mı? Bense dünkü görüşmenizin aksi neticesinden dolayı üzülmüştüm.”

      “Hükümde pek acele etme. Mektup açıktır. Okuyabilirsin.”

      “Okuyup ne yapacağım? Hem Mansur, sen Zehra’yı adi kadınlardan sayma, aldanırsın.”

      İsmail bunu söyleyerek zamklı kenarını ıslattı ve mektubu kapayarak yan cebine attı.

      Mansur bir şey söylemeye lüzum görmedi.

      Pazartesi günü sabahleyin saat on bir sularında Mansur, Tıbbiye Mektebi’ne giderken İsmail Bey de beraber gitmek için ısrar etti. Mansur kesinlikle reddetti.

      Mansur’un kendine göre bir düşüncesi vardı. İşinde kayırılma eseri bulunmayacaktı. Zavallı çocuk! Kayırılma zaten olmuş hem de kendisinin en istemediği bir surette tesirini göstermişti!

      Bunun için mektepteki işi çabucak bitti, o günden itibaren Mansur hekimlik yapmaya yetkili Osmanlı doktorlarından olmuştu. Haftada iki kere mektebe gidip otopsi salonunda bulunacak ve hastaları muayene eden nöbetçi doktora yardım edebilecekti.

      Mansur memnun, mesut olarak mektepten çıktı; memnuniyeti, işinin “sürat ve intizam” üzere bitmesinden dolayı idi.

      Mekteptekiler ise Mansur’dan evvel gelen kayırılma emri üzerine daha görmeden Mansur hakkında kıskançlık duymuşlarken, Mansur’u görüp konuştuktan ve diplomasını gördükten sonra kanaatlerini değiştirdiler. Hatta iç hastalıkları hocası Mehmet Efendi:

      “Keşke her kayırılmış olan böyle olsa!” demişti.

      Kendisini dinleyenler de tasdik ettiler.

      Tıbbiye Mektebi’nden çıktıktan sonra Mansur, Göçmen İşleri Komisyonu’na giderek Osmanlı tabiyetine geçiş muamelesini tamamladı.

      Akşamüstü konağa uğradı ve amcasıyla görüştükten sonra hariciye kalemlerinin birine devam etmeye karar verdi. Ertesi gün birlikte Babıâli’ye gidilip hariciye nazırı (dışişleri bakanı)’na takdim olunacaktı.

      Çünkü Mansur’un emeli, devlet memurları sırasına geçmekti. Hariciye işlerine meyli vardı, ilmî hazırlığı ona göre yapılmıştı. Geçinmeye yetecek aylık temininin güç olduğunu Fransa’da iken tahmin etmişti. Doktorluk geçimini sağlayacaktı. Zamanı gelince asıl hizmet, hariciye işlerinde edilecekti.

      Ertesi günü Hariciye Nezareti’ne gittiler, Mansur itibar ve iltifatla kabul olundu. Tercüman Bey çağrılarak kalemde uygun şekilde çalıştırılması için emir verildi.

      Mansur, kalem odasına gitmezden evvel, Hariciye Nazırı’nın hatırlatması üzerine Babıâli’nin diğer bazı mühim şahsiyetlerini ziyaret etmek üzere huzurlarına dahi çıktı, iltifat ve teşvik gördü.

      Mansur, amcasının ileri gelen devlet adamlarının saygısını kazandığını görmüştü. Bilhassa kapılarda nöbet bekleyen askerin, onun sarıklı başına esas duruşa geçerek selam durmalarına dikkat etmişti.

      Hariciye dairesine tekrar gelişinde Mansur’u doğru Tercüman Bey’in odasına götürdüler. Odacı vasıtasıyla kır sakallı bir efendi çağırıldı.

      “Beyefendi, kaleme memur buyurulmuştur. Yanınızda bir sandalye veriniz. Yalnız sizin nezaretiniz altında bulunacaktır. Haydi beraberce gidiniz beyefendi oğlumuz.” denildi.

      Otuzdan fazla genç ve ihtiyar efendi ile dolmuş büyük bir odaya gittiler. Sakallı efendi, ayrı olarak köşede duran bir makam masasına oturdu. Mansur’a da bir sandalye gösterdi.

      Çağrılan odacı vasıtasıyla sağ taraftaki sıra, yani çuha kaplı eskimiş büyük koltuklarla önlerindeki üstleri eğik masalar öteye doğru çekildi. Sakallı efendinin sağ tarafında açılan boşluğa dışarıdan bir koltuk ile masa geldi. Mansur’a:

      “İşte yeriniz hazır! Yazı takımınızı yarın getiriniz. Şimdi bir kahve içip gidebilirsiniz.” dendi.

      Mansur kahveyi reddettiği gibi sigara yapılmak üzere uzatılan teneke tütün tabakasını da kabul etmedi. Henüz alışmadığını söyledi.

      İzin alıp gitmezden önce sağında, solundaki daire arkadaşları üzerinde bakışlarını gezdirdi. Gözlerinde azim ve metaneti, hâllerinde iş yapma arzusunu göremedikten başka, kendisine karşı kıskançlık ve öfke hissettiklerini de sezerek üzüldü.

      Bu suretle Mansur hem Tıbbiye Mektebi’ne intisap etti hem de hariciyeye yerleşti.

      Bir sene kadar bu hâl devam etti.

***

      Mansur’un mektepteki mevkisi birkaç ay içinde ehemmiyet kazandı. Nöbetçi doktorun beraberinde hastaları muayene ettiği sırada, nöbetçi doktorun verem dediği bir hastadan şüphelenerek hastayı muayeneden sonra ciğerlerinde su olduğunu anlattı.

      Mansur bunu düşünmeksizin bir içgüdüyle söylemişti. Doktoru gücendirmiş olacağını hesaba katmamıştı.

      En nazik damarından yaralanmış olan doktor ısrar edince, Mansur da haklı olduğunu ispat ve bilhassa hakikati müdafaa etmeye mecbur oldu. Mesele mektepçe bir “vaka” rengini aldı. Hastayı konsülte eden beş doktorun üçü Mansur’un doğru teşhis ettiğini gösterdi.

      Günün birinde bir hastanın bacağını kesmeye karar vermişlerdi. Fakat yaranın kalçaya yakın olmasından dolayı ameliyattan sonra yine yaşayacağı umulmadığından nafile yere acı çektirilmemesi uygun görülüyordu. Mansur muayene ederek hastanın kendisine bırakılmasını istedi ve Avrupa’da henüz kullanılmaya başlanmış olan “Asit fenik” iğnesiyle