Mizancı Mehmed Murad

Turfanda mı Turfa mı?


Скачать книгу

hem de pek ciddi olarak söylüyorum.”

      Salih Efendi (bir müddet düşündükten sonra) “Yok, yok oğlum. Şaka ettiğine şüphe yok! Fakat kimsenin yanında sakın söyleme, seni ayıplarlar.”

      “Niçin?”

      “Artık bunun ‘niçin’i bile fazladır.”

      “Gerçekten, Amca Efendi, buna ben karar vermiş bulunuyorum. Kararımdan dönmek pek de âdetim değildir.”

      Salih Efendi’nin yüzünü hakikaten dehşet kapladı.

      “Ne demek? Yirmi yaşında bir İbni Galib, yalnız olarak İstanbul’a gelsin de kıyıda köşede sürünsün! Diğer taraftan Cezayir’in en adi bir fakiri için konağımda yer bulunsun! Bu olur şey midir?”

      Şeyh Efendi, bunun büyük bir rezalet sırasına geçeceğini ve kendisiyle sülalesinin haysiyet ve itibarını zedeleyeceğini ifade ve izah etti.

      “Amca Efendi! Lala, hami, baba veya bunlara benzer bir kimsenin yardım ve himayesi altında bulunanların hayat tecrübeleri pek eksik olur. Yatılı okul da aynen böyledir. Tam insan olmak arzusunda bulunanlar yaşamak denilen mücadelenin acı ve tatlı tecrübelerinden hisselerini almalıdırlar. Açlık ve çıplaklık âlemini öğrensinler ki, tokluklarının da kadrini bilsinler.”

      Yaşım yirmi, oldukça tahsilim var, fazla olarak doktorluk gibi bir meslek de elimdedir. Bugünden itibaren kendimi hiçbir paraya malik olmayan bir kimsesiz sayarak kendi çalışma ve gayretimle bir mevki kazanmaya çabalamak istiyorum. Aç ve muhtaç kalabilirim, öyle bir günde dayanma gücüm elden gidip size başvuracak olursam, edebileceğiniz en büyük iyilik şüphesiz kapı dışarı kovmaktır.

      “Oğlum, fikrin pek yanlış. Haydi, doğru diyelim! Fakat ben buna razı olursam âlem bana ne der?”

      “Amca Efendi, siz de başkaları gibi bencilliğe kapılıyorsunuz. Seçtiğim yolun bana faydası olacağı inkâr edilemez. Siz ise faydam yönünü unutarak, meseleyi, yalnız hakkınızda âlemin ne diyeceği noktasından düşünüyorsunuz. Yani siz beni değil, kendinizi gözetmek istiyorsunuz.”

      “(Salih Efendi’nin canının sıkıldığını görerek) Amca Efendi! Sakın bu samimi ve iyi niyetli sözlerime gücenmeyiniz. Siz babam yerinde bir amcam olduktan başka, zamanın da en sayılı büyüklerinden bulunuyorsunuz. Vicdanıma nasıl hitap edersem, size de öylece kalbimi açık tutmak isterim.”

      Şeyh Salih Efendi, gerçekten mustarip oldu. Başını Haliç’e doğru çevirip bir müddet düşündü. Güya bir ilham gelmiş gibi dedi ki:

      “Bu garip hareketle yalnız kendini nafile yere yormuş olacaksın. Senin servet sahibi olduğunu herkes bilir. Alnının teriyle geçinme imkânı kazanmak istediğine kimse ihtimal vermez. Yalnız benim alçaklığıma verir. Seni yine miras geliriyle geçinir bileceklerdir.”

      “Kim bilecek? Şu, bu değil mi? Varsın istediği gibi bilsin. Hareketimi şunun bunun bileceğine, diyeceğine göre ayarlamıyorum. Vicdanınım hükmü onu icap ettiriyor.”

      Diğer taraftan bugün benim babadan yahut başka taraftan kalmış bir kuruş gelire malik olmadığım malumdur.

      “(hayret göstererek) O ne demek? Babanın hissesi ile Fransa hükûmetinden tahsis edilmiş olan maaş, servet ve gelir değil mi?”

      “Babamdan kalma hisseden benim haberim yoktur. Bu hususta yanlışınız olmalı. Fransa hükûmetinden tahsis edilmiş maaşa gelince, onun varlığı hakkında pek küçükken birkaç söz işitmiş, lakin ne olduğunu kavrayamamıştım. Sonra okulda onu düşünmeye bir münasebet bulamadım. Altı ay evvel ilerideki mesleğim hakkında bir karar vermek üzereyken zihnime takıldı. Amcama yazdım. Esasını anladım. Benim için yalnız az bir miktarı harcanıyormuş. Annemin öldüğü günden beri alınan paranın Fransa hazinesine iadesini ve mevcut para buna yetmezse, başka nem varsa satıp eklemesini ve şayet yine borçlu kalırsam geri kalanını da kısım kısım ödemeye çalışacağımı yazmıştım.

      “Ne cevap aldın?”

      “Gelen cevap, alacaklı değilsem bile borçlu da olmadığımı ve istediğim şekilde, işe bitmiş gözüyle bakabileceğimi bildiriyordu.”

      “(nefret taşan bir hiddetle) Mektubu sende mi?”

      “Evrakım arasında olmalı.”

      “Onu bana sonra getiriver.”

      “Ne yapacaksınız?”

      “Hiç. Bir kere göreceğim.”

      “Bakınız Amca Efendi! Ben hiçbir kimseye borçlu olmak istemem, hatta amcalarıma. Fakat amcamdan alacağım kalırsa, ne kadar fazla olursa olsun, âleme karşı kendisini küçük düşürmek pahasına onu hak etmeyi de kabul edemem.”

      Salih Efendi sesini çıkarmadı fakat mektubu bir kere görmek üzere getirmesini tekrar etti. Fakat kalbinde, kardeşinin yeltendiği hareketten dolayı büyük bir üzüntü hissetmişti.

      “İbni Galiblerden hiç böyle bir soysuz çıktığı yoktu. Nasıl oldu da bu alçak içimizde yetişti?” diyerek içinden söyleniyordu.

      Gözleri Mansur’un güzel vücut yapısına tesadüf etti.

      “İşte bu da İbni Galib! Ne kadar fark var!” dedi. Bu sırada bakışında belki iftihar ifadesi görülebilirdi. Fakat iftihardan başka bir şey olduğu da aşikârdı. Yine Mansur’a bakmaya devam ederek:

      “Bu bir kuvvettir. Hem de herhangi bir kuvvet değil. Bunu mutlaka elde etmek lazımdır.” diyordu.

      Salih Efendi ayağa kalktı. Mansur Bey’i kolundan tutarak:

      “Seni içeriye götüreyim, annen ve kız kardeşlerin ile görüştüreyim.” dedi.

      Mansur elinde olmayarak kızardı, amcasının yüzüne baktı.

      “Ne kızarıyorsun? Ben senin baban değil miyim? Ben baban olunca karım da annen demektir, kızım da kız kardeşin… Zehra ile sen zaten beraber büyümüşsün…”

      Mansur daha beter bozuldu. Kendisinden utandığı Zehra buradaymış! Şimdi yüz yüze gelmiş olacak!

      Salih Efendi söze devam ederek dedi ki:

      “Üstelik sen hekimsin. Doktorun hareme girip çıkması, şehir âdetlerine göre uygunsuz düşmez.”

      Mansur sesini çıkarmadı ve amcasıyla beraber mabeyin kapıya doğru yürüdü.

      Hemen o sırada sofanın öbür tarafında bulunan mabeyin kapısı -yani sofa dairesine gidilen kapı- açıldı. Aşağı yukarı yirmi beş yaşında, uzun boylu, zarif bir delikanlı sofaya çıktı.

      Salih Efendi sevinerek durdu ve:

      “İsmail, gel kardeşini kucakla!” dedi.

      İsmail Bey ile Mansur’un aralarında birkaç kere mektuplaşma olmuş, resimler gönderilip alınmıştı. Birbirlerini tanıdılar, samimiyetle, sevgiyle kucaklaşıp öpüştüler.

      Salih Efendi:

      “İsmail, baksana ne diyor? Otelde, han köşesinde oturacağım, size gelmeyeceğim” diyor.

      İsmail Bey:

      “Hiç öyle şey mi olur? Mansur Bey şaka etmiştir, öyle değil mi kardeşim?”

      Mansur sesini çıkarmadı.

      Üçü birlikte kütüphane tarafından harem dairesine doğru yürüdüler. Efendi’nin büyük bir dikkatle kütüphanenin iki kapısını da cebinden çıkardığı büyücek bir anahtarla açması ve tekrar kilitlemesi Mansur’un gözünden kaçmadı.

      Efendi’nin bu hareketi, hareme karşı haysiyet kırıcı bir emniyetsizlik gibi geldi. Lakin hemen Şeyh Efendi’nin kitap ve değerli eser merakıyla iyiye