Mizancı Mehmed Murad

Turfanda mı Turfa mı?


Скачать книгу

Bir de hemşehrilerle görüşürdüm.”

      “Hangi hemşehriler?”

      “Hangi hemşehriler olacak? İstanbullu, taşralı Türk, Osmanlılar.”

      “A! Demek ki sen kendini Türk ve Osmanlı biliyorsun. Çoktan mı?”

      “Kendimi bildiğim günden beri.”

      “Bak Mansur Bey! Buna da pek memnun oldum. Fakat babama söyleme. O haz etmez. O kendini hâlâ “İbni Galib” zannediyor. Hatta birkaç kere itiraz ederek gücendirdim bile.”

      İsmail Bey’in konuşması ve hâli Mansur Bey’de iyi bir tesir uyandırmıştı. Mansur buna pek sevindi.

      Gittiği kapıdan geri gelen Efendi, “Buyurun evladım.” diyerek yine önde yürüdü.

      Üçü birlikte önce bir odaya, odadan binanın iç tarafındaki pencereden aydınlık alan aralığa dönerek bir iki kapalı kapının önünden geçtikten sonra, karşılarına gelip bir halayık tarafından hususi surette perdesi kaldırılmış olan diğer bir kapıdan içeriye girdiler. O da büyük bir sofaydı.

      Sofanın bir kenarında biri minderde, diğer ikisi biraz uzağında sandalyede olmak üzere üç kadın oturuyordu ki erkekler girince hemen ayağa kalktılar. Mansur, yüzlerine dikkat etmeye vakit bulamadı.

      Salih Efendi:

      “İşte yirmi sene sonra kavuştuğumuz oğlumuz Mansur Bey.” diyerek Mansur’u minderdeki karısının yanına kadar götürdü.

      Mansur nasıl hareket edeceğini önceden düşünmemişti. Hatırına birden çocukken el öptüğü geldi. Hanımefendi’nin elini öpmek istedi. Hanımefendi ise elini çekerek Efendi’nin yüzüne baktı.

      Efendi:

      “Elini versene! Evladın değil mi? Elbette elini öpecek. Sen de kucakla da mukabele et.”

      Hanımefendi itaat etti. Fakat bu oyun oyuncular tarafından ustalıkla oynanamadı. Oyuncular acemiydiler. Daha doğrusu, her iki taraf için oyun yeni, ilk oyundu. Acemiliklerini kendileri de anladılar. Gerek Hanımefendi, gerek Mansur utanarak kızardılar. Hatta Mansur bu sırada eteğine doğru gelmiş olan Sabiha ile Zehra Hanımlara bir “Estağfurullah” ile olsun karşılık verememiş ve alafranga baş eğerken kuru bir temenna ile yetinmişti. O bile biraz geç kalmıştı.

      Hanımefendi:

      “(Arap çocuğu olduğunu belli eder bir telaffuzla) Sefa geldiniz, evladım. Biraz geç görüştükse de İsmail’inkinin yanı başında sizin için de kalbimde yer hazır olduğunu hatırınızda sıkı tutunuz. Belki de size söylenmiştir; annenizi pek severdim. Sizi de seveceğimi biliniz.”

      “İltifatınıza teşekkür ederim, efendim. Evet, annem her zaman sizin ve Amca Efendi’nin teveccühlerini ve faziletlerinizi söylerdi. Hatta iki ay daha ömrü vefa etmiş olsaydı, on sene önce bizi yanınızda görecektiniz. Teveccühünüzü şimdi ben de gözümle görüyorum. Bendeniz de İsmail Beyefendi kadar olmazsam bile sevginizi kaybetmemek için gereken davranışlardan pek geri kalmamaya gayret ederim.”

      Salih Efendi’nin yüzünü sevinç kapladı. Gözleri parladı. Kendi kendine dedi ki:

      “Acayip şeydir. Kadınlarda bilinmeyen bir tesir kuvveti var. Nasihatlerime karşı çelik gibi görünen Mansur, gönül alıcı bir sözü üzerine balmumu gibi yumuşadı. Kadınların yanında Mansur pek mahcup oluyor. Vicdan temizliğine işarettir. Buna da şükür olunur…”

      İsmail Bey:

      “Mansur beni kıskandırmaktan sakın ha! Zira annemi pek severim.”

      Sabiha Hanım:

      “Ya ben? Beni hesaba koymuyor musunuz?”

      Mansur kendisinin hesaba konulmasını hatırlatan pehlivana dönüp baktı.

      Gençlik, güzellik parıltılarına boğulmuş melek çehreli bir genç kız göründü.

      Kusursuz beyaz yüz, dudaklarının uçları nazlıca yukarıya kıvrılmış küçük pembe ağız, siyah göz, iri göğüs, ince bel, mini mini eller, süslü ve pahalı tuvalet, kısaca fistanı altından beyaz iskarpin içinde görünen küçük ayaklar, hepsi güzel bir tesir uyandırıyordu.

      Mansur biraz şaşırdı. Bir şey söyleyemedi. Fakat gözünü yüzünden alamadı. Sabiha Hanım’ın siyah göz ile tuhaf bir tezat teşkil etmiş olan açık sarı kaşlarına dikkat etmişti. Hatta baş örtüsünün inceliği dolayısıyla altındaki saçın da kaşı renginde olduğu fark edilebilirdi.

      Gözüne bakarken bakışları karşılaştı. Sabiha Hanım gözünü çabuk indirdi. İffet vazifesi onu gerektiriyorduysa da Mansur bundan hoşnut olmadı.

      Gözünün bakışından zekâ kuvvetini ve karakter sağlamlığını gösteren bir ifade yoktu. Bilakis “İşte ben böyle güzelim.” der gibi bir gurur görünüyordu.

      Sabiha Hanım değil, hatta baba ve annesi bile Mansur’un zihninden hangi ince düşüncelerin geçtiğini keşfedemediler. Hepsi Sabiha’nın Mansur’da büyük bir tesir yarattığına hükmettiler. Bu hüküm, Efendi’nin ekmeğine yağ demekti. Diğer anneler gibi kızını bir gün evvel ev bark sahibi etmeyi ilk iş sayan Hanımefendi de bu hususta kocasına içinden katıldı. İsmail Bey ise bir anda Mansur’u sevivermişti.”

      Hepsinin düşüncelerini üzerinde toplayan Sabiha’nın kalbinden ne geçtiği pek belli değildi. Başka bir fikir geçip geçmediğini biz de bilemeyiz. Bildiğimiz bir şey varsa, o da genç, yakışıklı Mansur’un kendi güzelliğine hayran kalmasından dolayı Sabiha’nın duyduğu zafer lezzetinden ibarettir. Sabiha buna pek sevindi.

      Yalnız bir kişi, herkesten ziyade önündeki manzaranın en ince gölgelerini bile keşfetmeye muvaffak olmuştu. O da hâlâ kenarda duran Zehra idi.

      Zehra, ömrü boyunca Mansur’u birçok defa hayallerinin dünyasına dahil etmişti. Gerçi hatırlama şekli Mansurca pek arzu edilir bir şey değildi. Çünkü her vakit Mansur’un hayalini Zehra’nın düşünce âlemine sevk eden kuvvet, hırs ve düşmanlıktan başka bir şey değildi.

      Fakat –belki zihninde bu kadar yer etmesinden dolayı olmalıydı ki– Mansur, herkesten çok Zehra için dikkat çekici oldu. Zehra, Mansur’u iyi görmeye hazır değildi. Tersine ne kadar fena ve aşağı görmüş olsa o kadar memnun olacaktı. Zira hâlâ mevcut olan çocukluk rekabeti buna sebepti.

      Zehra, vaktiyle mecburi ayrılıktan sonra, tekrar karşılaşmaları hâlinde düşmanının önünde küçük düşmemek kesin azmiyle kendisini silahlandırmaktan bir an geri kalmamıştı. Karşılaştıkları esnada kendisini Mansur’dan ne kadar büyük görürse, kalbinde o kadar bir haz, bir zafer şanı hissedecekti.

      O karşılaşmayı kader şimdiye kadar geciktirmişti.

      Bu gibi duygulara kapılmış olan Zehra, salona girerken Mansur’u görünce yüzünde memnuniyet hasıl edemedi. Aksine siyah kaşları hafifçe çatıldı, alnını sanki bir duman bürüdü. Çünkü ilk bakışta Mansur’u her bir tahminin üstünde büyük ve şanlı gördü!

      Ah bu Mansur! Bu o mükemmel kızın kibir ve vakarının yine her vakit önüne dikiliyordu!

      Mansur, Hanımefendi ile görüşürken şaşaladığı ve kendisiyle Sabiha’nın nazik tavırlarına karşılık vermekte kusur ettiği vakit, Zehra’nın yüreğine sanki biraz su serpildi. Bencilliği, “Kabuğu parlak ise de galiba içi koftur.” demek istedi.

      Fakat her nedense Sabiha’nın serbestçe söze karışması üzerine Mansur’un hayran gözlerini onun güzelliğine çevirdiğini görünce, yüreğinde meçhul bir ıstırap hissetti. Bütün dikkatini Mansur’un yüzüne vermiş bulunan Zehra, en sonra Mansur’un hayranlık bürümüş yüzünde aksine bir değişme gördüğü