Mizancı Mehmed Murad

Turfanda mı Turfa mı?


Скачать книгу

şey göz önündeydi. İşte üç taraftan billur çerçeve ile çevrilmiş İstanbul üçgeni! Bulutlara doğru alemlerini kaldırmış olan minarelerinden dolayı bin direkli muhteşem bir gemi şeklinde azametle duruyordu.

      İşte binlerce deniz taşıtını arkasına yüklenmiş ve iki büyük çemberle kuşanmış “Altın Boynuz” yani İstanbul Halici!

      İşte servilere bürünmüş hazin Üsküdar, Çamlıca, Kadıköy!

      İşte tatlı bir duman içinde keyif süren Adalar! Daha arkada Yalova, Mudanya tepeleri.

      İşte bulutların bile üstüne çıkmış şöhretli “Ayda”2 Tepesi. Saçı sakalı bembeyaz olmuş, başını gururla semaya doğru kaldırmış! Gururlanmaya da hakkı vardır. Çünkü onun kadar çok görmüş, büyük vakaları seyretmiş bir başka şahit yeryüzünde güç bulunur. Şimdiye kadar “Homeros”tan, kudretli sanatkârlardan hürmet göregelmiştir. Başka sermayesi olmasa bile, eteğine sığınmış dört yüz çadır halkının bir iki asırda cihanı şan ve şerefle doldurarak titrettiğini görüp iftihar etmesi yeter de artar. “Osmanlı kudret ve büyüklüğünün yayıldığı kaynak benim.” diyebildiği için başını o kadar dikmiş, göğsünü o kadar germiş bir hâlde mağrur ve muktedir yükseliyor.

      Elektrik cereyanı gibi bir iç cereyanının başından ayağına kadar geçmesinden âdeta vücudu bir kere sarsıldı. Hemen ayağa kalkıp iki üç kere odayı dolaştı.

      O sarsılma, birden zihninde canlanan o muazzam Osmanlı Devleti’nin kudret ve büyüklüğüne hayran olmasından, sadakat, şükran, iftihar gibi müessir duyguların kalbine birden hücum etmesinden doğmuştu.

      Tekrar Uludağ tarafına döndü.

      “Evet hep oradadır. Toprağın her bir karışı birer tarih sayfasıdır. Gayret ve vatanseverlik kanıyla yoğrulmuş hayat ve kuvvet macunudur. Rahim ve Rahman olan Allah’ın seçkin kullarına mekân olmuş birer ümmet ‘ziyaretgâh’ıdır.”

      Cihangir olan dört yüz çadır halkının şanlı tarihini hep zihninden geçirmeye başladı.

      Akşam oldu. Oda uşağı mumları yaktı, bir emri olup olmadığını sordu. Cevap alamayınca şaşırmış hâlde çıktı.

      Mansur Bey’in bunlardan haberi yoktu.

      Gururla kaldırmış olduğu başı yoruldu, beyninde bir ağırlık hissetti. Başını öne doğru eğdi. Geniş alnını iki avucunun içine koydu. Dirseklerini dizlerine dayadı. Yine derin düşüncelere dalmış olarak, bir saat kadar da bu hâl ve vaziyette kaldı.

      “Bir aralık ‘medeni’ olduğu iddiasıyla mağrur olan Avrupa, hâlâ cehalet devrine mahsus olan garaz ve taassubu bir türlü elden bırakamıyor! Acaba kasıt mı var, yoksa sade gaflet mi?” dedi.

      Biraz sonra yine:

      “Moribond (can çekişen–hasta adam) mu? Halt etmişler!” dedi.

      Hiddetli bir yüzle ayağa kalktı ve birkaç kere odayı dolaştı. Rastgele bir noktada birden durduğu vakit yüzü gülüyordu.

      “Biz yine o Osmanlı, o Müslüman’ız. Bütün kâinat nizamını kuran mutlak hikmet sahibi Cenab-ı Allah, hiçbir şahsı, hiçbir cemiyeti hayatı boyunca ehemmiyetli, ehemmiyetsiz bir arızaya uğramaktan masun kılmamıştır.

      Tehlikesiz bir geçici arızadır. İlkbaharı müjdeleyen ve ihtiyatlı olmaya sevk eden bir kıştır. Maarifin çiçek açmasıyla yeniden kendini gösterecektir.

      Şu mübarek, seçkin diyarı bize kısmet eden âlemlerin Rabbi Cenab-ı Allah bizi yaradılıştan güzel ahlakla da mükafatlandırmıştır.

      Tarihimiz kahraman alaylarıyla dolmuş, taşmıştır!

      Bir taraftan Osmanlar, Orhanlar, Hüdavendigârlar, Yıldırımlar, Çelebiler, Fatihler, Yavuzlar…

      Diğer taraftan Alaaddin Paşalar, Çandarlızadeler, Sokullular, Köprülüler.

      Hanedan, yine o yüksek hanedandır; kullar, yine sadık ve fedakâr kullardır.

      Sanki bu asırda benzerleri yok mu? ‘Mahmud-ı Adlî’ (II. Mahmud) namının eriştiği makama yükselmek davasına cüret edecek Avrupa’nın üstün insanları kimlerdir?

      Reşid’i yetiştiren millet yine bu millet değil mi?

      Çeşitli gaileler yüzünden geçici bir arıza gelmiş, Osmanlı heybet ve azametinin yine kahramanlık göstermesi için her nasılsa meydan almış bulunan cehaletin kara perdesini kaldırarak kafaları aydınlatmaktan başka bir şey lazım mı?

      Sultan Mahmud’un, Sultan Mecid’in eserleri hep o gayeye ulaşmak için girişilen büyük teşebbüslerden başka bir şey mi? Bugün önünden geçtiğimiz şu zırhlılar. Sultan Aziz’in şu eserleri dahi yaşama gücümüze delil değil de nedir?

      Şüphem yoktur. İstikbalimiz mazimize bile gıpta ettirecektir.”

      Gözüne parlaklık, dudaklarına tebessüm geldi. Bu hâlde yine bir hayli müddet odada dolaştı.

      Elini çıngırağa uzattı. Hizmetçinin gelişiyle uykudan uyanmış gibi yeniden yüzünü yıkadı. Yemek yedi. İsteği üzerine getirilen yerli gazeteleri okuyup bitirdi. Yüzündeki gülümseme yalnız “Courrier d’Orient” gazetesinin makalesini okurken kayboldu, yerine hiddet geldi.

      “Açıkça yabancıların menfaatleri desteklensin! Sonra da “Times”ler, “Figaro”lar vesaire utanmadan basının baskı altında bulunduğundan bahseden düşmanca yazıları yayınlamakta devam etsinler.” dedi.

      Yatağa girdiği vakit saat üç buçuğu bulmuştu. Dün gece de layıkıyla uyuyamamıştı. Bununla beraber sabaha kadar gözüne uyku girmedi.

      Maziye Dönüş

      Mansur Bey’in gözüne sabaha kadar uyku girmedi. Evet, girmeyeceği tabiiydi. O günkü duyguları o kadar çoktu ki, hiçbiri hakkında, o esnada bir hüküm vermek için meydan bulamamıştı. Hatta bundan dolayı kendisine bir nevi şaşkınlık gelmiş ve bazı yerlerde, sanki yabancı turistlerden ziyade kayıtsız gibi görünmüştü.

      Şimdi o duyguların sebeplerini birer birer hatırlamak lazımdı. Her biri hakkında enine boyuna zihnini yormakla lezzet almak gerekiyordu.

      Aklının ve fikrinin o gecelik vazifesi yalnız bu kadar olsa yine zararı yoktu. Ah, daha nice büyük işler vardı ki onları da birer kere gözden geçirmek icap ediyordu.

      Çünkü “dün” ile “yarın” arasında çok büyük fark olacaktı.

      Çocukluk çağına veda etmek üzere bulunuyordu. Yarın başka bir âlemin kapısından içeriye girmiş, din ve devlet hizmeti meydanına kendisini atmış olacaktı.

      Ayakta yürümeye güç kazandığı günden itibaren ebedî istirahat gününe kadar vakıa insanoğlu için vazifeden uzak bir gün bulunmaz. Fakat Mansur Bey’in yarından itibaren yükleneceği vazife dünkü vazifesine katiyen benzemeyecekti.

      Ömrünün büyük bir inkılabında bulunuyordu. Mektep çocuğu, cemiyete, onun bir ferdi sıfatıyla girmek üzere kapıya kadar gelmişti.

      Bu hâlde bir kere geriye dönmek, maziyi bir daha gözden geçirmek, hesapta bir noksan varsa tamamlamak, başka bir mesuliyet ve vazifeler âlemine geçmekte bulunan varlığı temize çıktığına inanmış bir vicdan ile kuvvetlendirmek tabii idi.

      Zihni evvela hayatının başlangıcına, ana vatanı bulunan Cezayir çöllerine kadar uzandı. Fransız istilasının kendi ailesinin başına getirdiği felaketi düşündü.

      Mala, mülke, paraya, büyücek bir mevki ve itibara, hatta yerliden, yabancıdan