eğin kanadını çırpmasıyla oluşan dalganın, Büyük Okyanus’ta tsunamiye dönüşebileceğini kabul eden insanlar, düşünceleri ve eylemleriyle çevrelerinde yarattıkları etkinin de farkında olmalılar. Aynı kültür dairesinde bulunan insanlar, daimî bir sentez hâlinde olduklarını, yargıları ve yorumlarının özgür ve özerk olmadığını bilmeliler.
12 Eylül öncesinden, sonrasını etkileyen önemli izler kalmıştır. Bugüne yön verenler de 12 Eylül öncesinin idealist gençleridir. O dönemin gençleri, bugünün fikir, sanat, siyaset ve ekonomi çevrelerinin liderleridirler. Bu nedenle, dün, bugünü anlama kılavuzu olarak kabul edilmelidir.
Türkiye, âdeta sol-sağ, komünist-faşist, ülkücü-akıncı, Türkçü-İslamcı, Marksist-kapitalist, cemaatçi-İslamcı, alaylı-mektepli gibi kavramlar deryasıdır. Bir zamanlar kutsiyet atfedilen bu kavramlar, uğruna can veren “adanmış” gençler tarafından yaratılmıştır. Üstüne sünger çekilmeyecek önemdeki bu yakın geçmişin canlı tanıkları, Türkiye’nin bugününe önemli tecrübeler aktarmışlardır. Çok kez ön yargılı yaklaştığımız, tek taraflı anlatımlarla dinlediğimiz yakın geçmişi, inşacılarından dinlemek, anlaşılmasını ve anlatılmasını kolaylaştıracaktır. O dönemin, canlı tanıklardan dinlenmesi, özellikle genç kuşaklar açısından büyük önem taşımaktadır. Bazı tarih yazıcılarının yaptığı gibi, zaman zaman anakronik bir yöntemle geçmişi günümüze taşımak yerine, dönemin tanıklarının dilinden yapılan aktarmalar, belki de gelecek kuşaklara bırakılacak en değerli hazinedir.
Son yıllarda edebiyatımıza giren yazı türlerinin başında “nehir söyleşi” gelmektedir. Ülkemizde, anı yazma geleneğinin yerleşmemiş, biyografi ve otobiyografi alanında yeterince çalışma yapılmamış olması, tarihe ve toplum bilimine meraklı insanlar açısından bu türden çalışmaları daha da önemli kılmaktadır. İlgilisine ve meraklısına hitap eden bu çalışmaların, değeri bir gün mutlaka anlaşılacaktır.
Türk siyasi hayatının en önemli ideolojik paydaşlarından biri olan ve Ülkücülere dair söz söyleme hakkı bulunan kişilerin başında Lütfü Şehsuvaroğlu gelmektedir. Şiir, roman, biyografi, deneme ve araştırma-inceleme türünde bugüne kadar otuza yakın esere imza atan ve gençlik yıllarından itibaren milliyetçilik eksenindeki fikir çevrelerinin ve örgütlü yapıların hemen her aşamasında en önde yürüyen Şehsuvaroğlu ile altı ay gibi geniş bir zaman diliminde, önemli bir söyleşi gerçekleştirdik. İlgi çekici yorum ve açıklamalarıyla okuyucusunu her zaman şaşırtan Şehsuvaroğlu, bir dönemin üstüne çöken tozlara üflemiştir. Anlattıklarıyla pek çok kimseye puzzle’ın parçalarını birleştirme imkânı sunan sağduyunun ve vicdanın sesi Şehsuvaroğlu, tanıklığı ve tespitleriyle de güncel pek çok tartışmaya cevap vererek yeni tartışmaların da fitilini ateşlemiştir.
Geçmişin doktriner bir gözle ele alındığı söyleşide, Türkçülük-İslamcılık, milliyetçilik-ümmetçilik gibi pek çok kişinin kafasında soru işaretlerine yol açan tartışmalarda da taraf olunmuştur.
Büyük oyun planı gereğince, binlerce Türk gencinin hayatını kaybetmesine yol açan 12 Eylül öncesi, bütün boyutlarıyla irdelenirken 12 Eylül sonrasının gözaltılar, tutuklamalar ve mahkûmiyetlerin yarattığı travmalar ile ihtilali yaptıran küresel aktörlerin Türkiye üzerine yaptıkları planlar da söyleşide ifşa edilmiştir.
Söyleşide ayrıca, son genel başkanı Lütfü Şehsuvaroğlu’nun olduğu Ülkü Ocakları’nın tarihsel misyonu ve işlevi de irdelenmiştir. Bundan başka, Ülkücülerin, döneminde ve günümüzde sık sık kullandıkları siyasal sloganların doğuş hikâyesi de bu söyleşide bir sır olmaktan çıkartılmıştır.
Cemil Meriç, Ahmet Kabaklı, Niyazi Yıldırım Gençosmanoğlu, Necip Fazıl Kısakürek, Seyyid Ahmet Arvasi, Erol Güngör, Galip Erdem gibi Türk kültür ve edebiyat hayatının mümtaz kalemleri ile genç yaşından itibaren yakın dostluklar kuran Lütfü Şehsuvaroğlu’nun yaşam öyküsü de nehrin kollarından biri olarak kayda alınmıştır. Onun “Üstat” diye andığı Necip Fazıl Kısakürek ile olan anıları, Necip Fazıl Kısakürek’in, Akıncılar ve Ülkücüler üzerindeki etkisi de nehir söyleşide geniş şekilde işlenmiştir. Ayrıca üniversiteye başladığı yıldan itibaren yolunun birleştiği ve “başkanım” dediği merhum Muhsin Yazıcıoğlu ile yaşadıkları, MHP-BBP kopuşunun ideolojik nedenleri, hafızasının derinliklerinden çıkartılıp okuyucusuna emanet edilmiştir.
Lütfü Şehsuvaroğlu
ADANMIŞ BİR İNSANLA HASBİHAL
Türkiye’de kamuoyuna takdim ihtiyacı duymayan, geçmişiyle kendini ibra etmiş aydınlardansınız. Lütfü Şehsuvaroğlu olarak bir isminiz var. Teşkilatçı kimliğinizin yanı sıra, edebiyatın her alanında özgün eserler vermiş çok yönlü bir sanatçısınız. 1980 öncesinden günümüze kadar, Ülkücüler tarafından çıkartılan hemen her yayın organının, yazarlık ve yayın yönetmenliğinin yanında, baskısından dizgisine kadar hemen her aşamasında görevler yaptınız. İçinde yer aldığınız ve tanıklık ettiğiniz olaylar itibarıyla size “derin ülkücü” yakıştırması yapanlar da var. Yakıştırma yapanlardan bazıları da sizden “eski ülkücü” diye söz ediyor. Belki burada ülkücülük ile Milliyetçi Hareket Partisi’nin meczedilmesinin ve bu parti içinde organik olarak görev alanların ülkücü olarak kabul edilip orada organik olarak yer almayan eski müntesiplerin eski ülkücü olarak tanımlanmasının etkisi olabilir. Ucu açık bir konu olması sebebiyle söyleşimize siz hâlâ ülkücü müsünüz, eski ülkücü müsünüz sorusuyla başlamak istiyorum. Bu konuyu biraz tavzih etmek ister misiniz?
Önce bir yanılsamayı düzeltelim. MHP ile ülkücü hareketin özdeşleşmesi sosyal psikoloji açıdan irdelenmesi, doğruluğu yanlışlığı üzerinde tartışılması gereken bir konu. Biz öyle düşünüyorlar diye bunları inkâr edemeyiz. Ben mesela bugün yeni MHP, eski MHP tabanından ve tavanından, organik yapısından ayrı düşse bile mevcut MHP’deki böyle bir algılamanın abes olduğunu düşünmem, asıl sebebini araştırırım. Ama temasta olduğum en başındaki adamdan, neferine kadar MHP’lilerin bana karşı bir ketumiyetleri olsa da bir düşmanlıkları olduğunu düşünmüyorum çünkü sevgi de karşılıklıdır. Benim onlara karşı bir düşmanlığım söz konusu olmadığı gibi, geniş kesimin içinde onları da bir cüz olarak gördüğüm için, mümkün olan en büyük birlik manasında bir milliyetçilik anlayışında olduğumuz için, bu anlamda benim onları dışlamam söz konusu değildir ve onların benimle ilgili algı yanlışını düzeltmek de boynumun borcudur. Onların bazılarının cehaletine bırakırım, bazılarının ferasetine bırakırım, bazılarının korkularına telakki ederim, bazılarının da mevcut statülerinden dolayı ketumiyet duymalarını da anlayışla karşılarım. Statülerinin değişebileceğine dair kanaatleri vardır; o kanaati de bugünlük yanlış bulmam. Onun dışında ben hiçbir zaman tam manasıyla kendimi ülkücü hareketin içinde hissetmedim. Benim ülkücülüğüm her zaman medeniyet dirilişçiliği anlamında, yani kendi teori alanında yeşeren ve boy veren bir ülkücülük oldu. Hiçbir zaman bir bindirilmiş kıta manasında değildi. Fakat benim sosyolojik ve sosyal psikolojik organizmacı bir tarafım var. Tarihsel bir çözümleme yapacak olursak mücadelesi içerisinde bulunduğum teşkilatla tamamen onda erimiş, varlığını yokluğunu ona adamış ve kendisiyle teşkilatı arasında tamamıyla bir organizma gibi bir bütünün uzuvları gibi düşünmüş bir geleneği de paylaşırım. Yani ben kendimi teşkilata adadım. Babamın ev alacağı para ile matbaa aldım. Millet teşkilatın sırtından geçinirken ben memur çocuğu olarak dört çocuk büyütmüş bir babanın memur maaşından biriktirdiği 35 yıllık birikimini 1976’da matbaa kurup kendimi teşkilata adayarak, kendimi orada yok ederek bütünüyle varlığımı ölürsem şehidim anlayışı ile tamamıyla mücadelenin içine attım. Ölmememiz tamamen tesadüf eseridir. Şehit olanlarla birlikte her olayın içindeydik. Kurşunların üstüne gittik. Şehit olmamamız tamamen tesadüftür. O ulvi makama layık olmadığımızın işaretidir. Allah bize o şehadeti nasip etmedi. Ama onun dışında bütün varlığımla kendimi o davaya adamıştım. Adanmanın en büyük fazilet olduğuna inanırım. Yanlış da olsa insanın bir davasının olması, bir davaya, bir teşkilata adanması faziletlerin en büyüğüdür. Adanmışlık yoksa aslında kimliğimiz de yoktur. Bizim kimliğimizin bir anlamda 5000 yıllık, bir anlamda bin yıldan fazla İslam ile müşerref olduktan sonra da alametifarikası adanmışlıktır. Yoksa Türklerin başka bir üstünlüğü yoktur. Yeryüzünde Allah’ın kılıcı olmak ve kendini