Hasan Yılmaz

Ocak Sönmesin Diye - Lütfü Şehsuvaroğlu Kitabı


Скачать книгу

problemi yaşamaktadır. Şehitlik bir dönem için indirilmiş, bahşedilen bir lütuf değildir. Cenabıhakk’ın “ümmet bir dönem savaşsın, ondan sonra hiç savaş olmasın, barış içinde zilletin içinde yaşasın” diye bir emri yoktur. Kur’an’da da yoktur, İslam tarihinde de böyle bir gelenek yoktur. Şehitlik mertebesi, komünistlerle mücadele sırasında olur, Kurtuluş Savaşı sırasında olur gibi şey yoktur. Bütün bu cihatları saydığımızda onların da gereksizliğine dair ben bir sürü gerekçe sayabilirim. Hem Kurtuluş Savaşı’nda hem Çanakkale’de hem Malazgirt’te hem 12 Eylül öncesindeki mücadelede. Bunların saçmalıkları üzerine de binlerce gerekçe bulabilirim. Ama bu oradaki şehadet şerbeti içmişlere bir bühtan olamaz. Mavi Marmara’ya gelecek olursak, orada da şehit olmuşlar hukuken, şer’en şehittir. Bu anlamda şehadet şerbetini içmek için Cenabıhak her zamanda insana böyle bir lütufta bulunmuştur. Savaş anlamında cihat olmaz, nefisle cihat olur, bu da büyük cihattır.

      Şehitliğe ilişkin söylediğiniz bu sözler biraz ölümü kutsamak olmuyor mu?

      Zaten İslam’da ölüm kutsanır.

      Yaşam daha değerli değil mi? Yaşatmak daha güzel değil mi?

      Cenabıhak, “Bir insanı öldüren bütün insanlığı öldürmüş gibidir.” buyuruyor. Bu anlamda insanları yaşatmak elbette en büyük fazilettir. Ama zillete duçar olmuş bir kavmin, bir ulusun, bir ümmetin de bu zilletten kurtuluş için ölümü haktır ve ölümle insanları diriltir. Ölümle insan ölmez. Bizim inancımıza göre ölüm şu köşeyi dönmekten ibarettir. Sadece başka dinler yaşamayı bu kadar kutsar. Biz öte âlemi, Peygamber Efendimiz’in sancağının altında toplanmayı daha büyük fazilet sayarız. Bu dünya içerisinde, dünya denen kafeste yaşamak ruha eziyettir. Bu sadece tasavvuf kültürünün kitaplarda yaşasın diye uydurduğu bir hikâye değildir. Hakikatin kendisi budur. Yani bu dünyanın dışında bir âlem vardır. Bu âlem, bu dünyada yaşayanlar için de bu âlemden daha mukaddes, daha şerefli, daha ebedî ve daha estetiktir. Estetik olmayan kaba, nobran, çirkin, kötü bir hayatı yaşamaktansa… Yani ciplerine binsinler, villalarda yaşasınlar, ipekler giysinler, altınlar taksınlar, zenginlik rehavet içerisinde yaşasınlar, bütün bunlar olsa bile yahut da savaşla kutsansınlar, bedenlerini savaşla zenginleştirsinler yahut da refah toplumuyla şereflendirsinler fark etmez. Neticede bu dünya âlemiyle öbür âlem arasında dağlar kadar fark vardır. Müslüman’ın bu farkı yaşarken de idrak etmesi lazımdır. Bunu bazıları ölümden önce ölme fiiliyle idrak ederler, halk içinde Hak’la beraber yaşarlar. Bazıları idrak edemezler, dillerinde İslam sözcükleri olduğu hâlde, zillet içinde yaşayabilirler.

      Peki, Müslümanların dünyaya sahip olamaması ve dünyanın egemeni olamaması biraz bu dünyayı değersiz görmelerinden mi kaynaklanıyor? Oysa benim gördüğüm Müslümanlar bu dünyayı çok seviyorlar.

      Belki de dünyayı çok sevdikleri için dünya onlara zenginlik bahşetmiyor…

      Yani çok ihtiraslılar. Sahip olmak istiyorlar. Ancak tezyin etmiyorlar, süslemiyorlar ve yaşadıkları yere bir mana kazandırmıyorlar… Ortada bir tezat yok mu?

      Şimdi bakar mısınız şu İslam âlemine! Diktatörlerden kurtuluyoruz, demokrasi getiriyoruz, şerefle yaşayacağız, insan hakları hâkim olacak, demokrasi kültürü yerleşecek derken; Türkiye’nin yaşadığı Batılılaşma vetiresinden habersiz olarak bir asır boyunca yapılan işlerden herhangi bir kazanım elde edemeden olduğu gibi sözde diktatörlere karşı bir isyan başlatıldı. Büyük Orta Doğu Projesi çerçevesinde, Kuzey Afrika’da, Orta Doğu’da güya diktatörler götürüldü; örneğin Kaddafi daha önce ayağını yalayanlar, ondan nemalananlar tarafından katledildi. Katledilirken cesedinin bile ırzına geçildi, organları lime lime edildi. Bunun İslam medeniyetiyle bir alakasını kurabilir misin? Şüphesiz İslam tarihinde ihtilaller oldu, başlangıçtan beri şüphesiz kan dökücüler oldu.

      İslam tarihi biraz da kan tarihi değil midir?

      Ama bunların İslam ile bir alakası yok bence.

      Bir şeyle alakasının olması lazım. Zira, toplumun karşısına İslam kimliği ile çıkıyorlar.

      Burada bir Emevi saltanatının İslam adına tarihsel olarak bir iktidar biçimlemesi var. İkincisi, Kuzey Afrika Arap uluslarının yaklaşımları var.

      Kan dökücülük Emeviler’den önce başlıyor. Hz. Ayşe kılıcını çekiyor ve Hz. Ali’nin üzerine yürüyor. Cemel ve Sıffin Savaşı’nda bir sürü sahabe ölüyor.

      Başlangıçtan beri bu problemler var. Ama netice itibarıyla ihtilallerle halledilmiş bir problemdir. Örneğin, Ebu Müslim Horasani’nin başlattığı ihtilalle Emevi saltanatı yıkılmış ve halifelik Abbasiler’e geçmiştir. Orada tarihsel olarak bir yıkım bertaraf edilmiştir. El Cahız, “Türklerin Faziletleri” kitabı ile ümmetin tarihini, talihini değiştiren bir kitap yazmıştır. Hani diyor ya Orhan Pamuk, “Bir kitap okudum hayatım değişti.” diye. Ümmetin hayatını değiştiren kitabı El Cahız yazmıştır. Küçük, risale boyutunda bir kitaptır. 10. yüzyılın sonunda yayımlanmıştır. Bir önceki dönemde Emeviler’in İpek Yolu’nu ele geçirmek üzere hilafeti kullanıp içlerinde Müslüman olmaya başlayan Türklere katliamıyla aynı İran-Turan savaşları gibi, belki 50 yıl sürecek Türk-Arap savaşları başlayacaktı. Bütün Turan toplanıp belki Mekke’ye kadar saldırıya geçecekti. İhtilal olunca, yani hilafet Emeviler’den Abbasilere geçince, Abbasi halifesi başkenti Şam’dan Bağdat’a taşıdı. Samarra’da bir Türk şehri kurdu. Orada Türkleri hilafet ordusu yaptı. Bu kitap da o sırada çıktı. Böylece Araplarda Türk sempatisi gelişti. Türklerde de yıkıcı Emevi saltanatına karşı bir Arap sempatisi doğdu. İran-Turan savaşları gibi bir Arap-Turan savaşı cereyan edecekken tersine Türklerde yeni bir çağ, yeni bir İslam dirilişi meydana geldi. O bininci yılda El Cahız’ın da üye olduğu Basra’da gelişen hadis ve ravi ilmine dâhil oldu. Orta Asya’ya kadar uzanan ve Kaşgarlı Mahmutların, Yusuf Has Haciplerin, Hoca Ahmet Yesevilerin eserlerinin ortaya çıkmasını sağlayan o bininci yılda ortaya çıkan ve 1200’lere kadar giden diriliş, o süreçte cereyan etti. Türkler bu medeniyete hem bedenleriyle hem de akıllarıyla hizmet ettiler. Yani İslam felsefesine ve İslam tasavvufuna yaptıkları katkıyla Horasan erenlerinin mayasını Anadolu’ya, yani Bizans’a çaldılar. Bunu daha önce Araplar denediler. O yüzden Eyüp Sultan’a gönderme yapar Fatih. Eyüp Sultan vardır, bir de kendisi vardır. Arasında yaşanan tarih anakronik bir tarihtir. Yani İstanbul aslında Bizans değildir. Suyun öte yakasından gelmişlerdir. Bu yüzden Fatih bir tarih felsefesi ortaya koyarak “Ben Truva’nın intikamını aldım.” demiştir. Yani suyun öte yanından gelip de kalleşlikle, desise ile Anadolu’yu kuşatan insanların cevabını vermiştir fetihle. Burada müthiş bir gönderme var ve dolayısıyla bu Türk dirilişi İstanbul’un fethine kadar ulaşan Anadolu’nun mayalanması projesidir. Maya, bir Arap ve Türk dostu olan; eşi de Türk olan El Cahız’ın küçücük broşürüyle başlar. “Türklerin Faziletleri” broşürü ve “Hilafet Ordusunun Menkıbeleri” ile başlayan o büyük diriliş… Hem ziraatçı hem veteriner hem şair hem bürokrat hem İslam mutasavvıfı hem ravi hem de Cahiziye mezhebinin kurucusu sivil toplum lideridir bu büyük düşünür aslında belalı bir geleceği hissedip (benim Türkiye’nin bölüneceğini anlatan “2024” kitabında olduğu gibi) bir ön alış ortaya koymuştur.

      Lütfü Şehsuvaroğlu da ziraatçı, yazar, şair, bürokrat, sivil toplum lideri, düşünür; El Cahız da tıpkı sizin gibi. Benziyorsunuz.

      Ama ben bir halifenin kâtibi olamadım henüz.

      Peki “belalı bir geçmişten kaçış mı” acaba El Cahız’ın “Türklerin Faziletleri” kitabını yazmasının nedeni? Zira Araplar arasında bir kabile taassubu var ve kabileler arasında çatışmalar