Türk-Arap ilişkileri ile Türk-İran ilişkilerinin paralel düştüğünü gördüm.
TÜRKLERİN İSLAM OLUŞU VE ÜMMET-ULUS TARTIŞMALARI
Belki tarihsel bir denk geliş; Arapların kuzeydoğuya yöneldikleri dönem, Türklerin de batıya göç dönemlerine denk geldi. Dolayısıyla iki gücün karşılaşması kaçınılmaz oldu. İslam ve insanlık tarihi açısından bakıldığında bu karşılaşmanın müthiş sonuçları oldu. Kanlı savaşlara sahne olsa da Türkler süreç içinde İslam oldu. Ancak Türklerin İslam olmasıyla tarihin akışı da değişti. Kültür ve medeniyet alanında önemli değişimler yaşandı. Türkler âdeta yeni bir maya çaldı. Neydi o mayanın özelliği?
Türkler İslam ile şereflendikten sonra Anadolu’da çaldıkları maya ile kendine özgü hususiyetleri olan bir yoğurt meydana getirdiler. O maya Horasan’da atıldı ve Anadolu’da tuttu. Yani bir kültür meydana getirdiler. Modern literatürde genişçe işlenir bu kültür bahsi. Tabii kültür denince medeniyeti beraberinde çağrıştırır. O yüzden son asrın problemidir kültür ve medeniyet. Cultura, Latince kökenli bir kelimedir. Ekin, hars diyor Gökalp buna. Öbürü de civilisation… Netice itibarı ile son yüzyılın bahisleri bunlar. Ama sanki bütün tarihimizi kuşatıyormuş ve bütün tarihimizde kültür ve medeniyet varmış gibi algılıyoruz. Kültür ve medeniyet bahislerinde Ziya Gökalp’ten Erol Güngör’e, oradan Yılmaz Özakpınar’a kadar, (benim de “Ziya Gökalp” kitabımda eleştirisini yaptığım gibi) kültürü ne kadar yanlış değerlendirdiğimiz konusunda bir sürü tartışmalar yaptık. Acaba kültür dediğimiz medeniyet miydi? Medeniyet dediğimiz kültür müydü diye. Fakat sonunda anladım ki bu kültür toprağa ektiğimiz buğday kültürü, yulaf kültürü, ıspanak kültürü neticede toprağı değiştiremez. Ne ekersek onu biçeriz. Buğday ekeriz, buğday biçeriz. Buğday toprağı değiştiremez. Fakat maya… Bir kap düşün, bu porselen olsun, toprak olsun, yayvan olsun, derin olsun, plastik olsun fark etmez. Kap önemli değil; bu kabın içine koyduğumuz ister inek sütü olsun ister manda sütü olsun ister koyun sütü olsun ister Ahmet Efendi’nin ister Mehmet Efendi’nin koyununun sütü olsun; sütü nereden toplarsak toplayalım, sütün içerisine mayayı çaldığımız zaman süt başka bir biçim alır. Maya onu değiştirir, dönüştürür ve yekpare bir kimlik kazandırır. Yani kabın bir tarafı manda yoğurdu, bir tarafı koyun yoğurdu olmaz. Kabın tamamı tutarsa yoğurt olur. Yani maya çaldığımız zaman yekpare, tek bir kimlik olur. Bugün kimlik bunalımları yaşıyor ya toplumumuz, sabahtan öğleye kadar filanca oluyor, öğleden sonra filanca oluyor ya, onların yanlışlığını ortaya çıkartıyor bu. Yani bu kültür ve medeniyet tartışmalarından çıkamayız. Ama bin yıldır Horasan mayası, Türkistan mayası ya da Anadolu mayası dediğimiz şey, yani Türklük mayası çalındığı kaba, içinde hangi süt olursa olsun yekpare bir kimliğe ulaştıran vasfa sahiptir. Dönüştürür, değiştirir, bizden yapar. Dokunduğu bizden olmuştur. Ermeni, Rum, Çeçen, Kırgız, Türkmen, Yörük, Tatar, Kürt… Hangi buduna, hangi ulusa, hangi kavme ait olursa olsun bir millet hâline getirir.
Biz dediğiniz millet, hangi millet? Adı nedir?
Bu yekpare bir millet. Bu milletin adına gâvur; Türkiye, Türk diyor. Bu yoğurdun içindeki sütlerden birinin de kalkıp “Yok efendim bu aslında manda yoğurdudur.” demesinin âlemi yoktur. Bin yıldır burada bu kimliği herkes kabul etmiş ve bu kimlikle şereflenmiştir. Bu millet yekpare bir kimliğe sahiptir. Bunun kimliği önemli değil, bunun vasfı önemlidir. Bunun vasfı nedir? Ne diyor Arif Nihat Asya?.. Bir şiirle binlerce doktora tezini çöpe atacak bir proje bu Arif Nihat’ın projesi. Bazıları pek anlamaz, Arif Nihat’ı naif düşünür ve şair olarak alırlar. Çünkü Necip Fazıl’dan havalı değildir. Bak Arif Nihat şiirinde ne diyor:
Yoksa şu sayfada Oğuz,
Yoksa şu yaprakta Yavuz,
Biz de yoğuz biz de yoğuz.
Siz gelin imdadımıza
Elimizden siz tutunuz.
Mevlâna, Yesevi, Yunus.
Sizlere üçler yediler,
Bizlere kırklar dediler,
Daha çoğuz, daha çoğuz.
Bir ateştir yanar tüter,
Bu ordunun adı, ister
Ümmet olsun, ister ulus.”
Bu kimliğe birisi itiraz edebilir. “Efendim bu kimliğe İslam ümmeti diyelim.” Diyelim. Ne beis! Kimlik zaten İslam. Bir başkası, “Efendim bu kimliğe Türk diyelim.” diyebilir. Yani diyor ki: “Bu ordunun adı ister ümmet olsun, ister ulus.” Bu önemli değil diyor. Şimdi bir sürü ulusalcı, ulusçu nazariyeler var. Onların yazdığı doktora tezleri ya da siyasetler var. Bu ulusun üyelerinin harcadığı bir sürü emek var, para var, mesai var. O zaman anlıyoruz ki ne büyük hazineyi tüketiyoruz yok yere, değil mi? Ne büyük hazine o zaman tüketmek değil mi? Bu ulusçu tezlerin hepsini al çöpe at. Bu yanda da ümmetçi tezlerin hepsini al çöpe at. Hiçbirinin İslam’a faydası yok. Ümmetçi tez yazsan ne olur, ulusçu tez yazsan ne olur!
“Bir ateştir yanar tüter, bu ordunun adı ister ümmet olsun, ister ulus.” Buna ister ümmet de ister ulus de. Hiçbir önemi yok. Önemli olan ne? Önemli olan ateş olmak. Yanar tüter ateş olmak. Yani Allah’ın yeryüzündeki kılıcı, yani adanmışlık. Konuşmamızın başında ne dedik? Bizim bütün kimliğimiz adanmışlık, asıl vasfımız adanmışlık. Bu adanmış olanlar Kırmançi olsa, Zaza olsa, Kırgız olsa, Türkmen olsa, Kazak olsa, Çerkez olsa ne yazar! Öyle değil mi? Diyelim ki ben, müthiş bir Türk soyluyum ve Türk kimliğini iddia ediyorum. Ama içinde bu adanmışlık yok. Bu Türk olabilemez ki zaten. Bunun kanı Türk olsa… Ki böyle bir ırk da yok. Yanı Kırgız var, Tatar var, Özbek var, Türkmen var… Adam Türkmen oluşu, Türk ulusu zannediyor. Türk diye net bir ırk sadece Tibet’te dağın tepesinde yaşayan 50 bin nüfuslu bir ırktır. Esas Türk onlardır. Bizim Türklük oluş manasında bir Türklüktür. Bugün de bir ihtiyaçtır bu Türklük kavramını açıklama bakımından. Türklük bir oluştur. Hatta henüz Batı’da ırkçılık, faşizm, Nazizm hortlamadan 1930’ların, 1940’ların dünyasına gelmeden, Avrupa’daki emperyalist tutkuların yani eski sömürgecilerin devamı olan yeni sömürgecilik, Batı dünyasını bir ırk arayışına itti. “Batı buna neden ihtiyaç duydu” konusunda söylenecek çok şey var; bu konunun bir daha araştırılması lazım. Buna makul demiyorum. Bu Batı’nın medeniyetinin icabı olan tutum ve davranışlar.
Bunun bir benzeri henüz Türkiye’de yaşanmadan, Mustafa Kemal Atatürk’ün zamanında bile, bu ırkçılık hortlatılabilecekken -bazı ırkçılık yönlü, kafatasçı laboratuvar çalışmaları münferiden olsa bile- o zamanki kimlik bile, Türkiye Cumhuriyeti’ne vatandaşlık bağı ile bağlı olanın Türk olduğunu kabul eden bir anlayıştır. Hatta bu anlayış Enver Paşa tecrübesinden dolayı dışarıdaki Türklüğü de inkâr eden bir mahiyet arz etmektedir. Bir dönem Turan’ı bir kenara koyan veya üç tarz-ı siyaseti Osmanlıcılık, İslamcılık, Türkçülükten çok can kaybetmiş bir topluluk olarak Türkiye’de yaşayanlar (Burada Türkiye halkları demenin bir yanlışı yoktur: Erzurum halkı, Diyarbakır halkı falan, halk filan denebilir.) tarihteki acıları unutup barış içinde bir arada yaşamanın yeni bir formülünü buldular. Yeni devlet ile millet uyumunu buldular.
Orada halktan kasıt o değil sanırım. Bir yerleşim yerine atıf yapılmıyor Erzurum ya da Diyarbakır halkı denirken…
Ben böyle de kullanabileceğimizi düşünüyorum. Burada farklı farklı budunlar, kavimler, aşiretler olsa bile bu kimlikler yok sayılmamalıdır. Hatta o