şey budur. Yani sosyolojik ırkçılığa bile ihtiyaç yoktur. Akif, Türkçesiyle Türk oluşun zirvesidir. Mimar Sinan, mimarisiyle Türk oluşun zirvesidir. Mevlâna, düşünce sistemiyle, o anlattığı masallarla Türk oluşun zirvesidir. Yahya Kemal’in dediği gibi: “Türkler ‘Mesnevi’ okurlar, pilav yerler ve savaşırlar.” Evet, “Mesnevi” okumayan zor Türk olur.
İlginçtir ki Türkler kitap okumuyorlar…
Türk olamıyorlar demektir. Bugün niye Anayasa’da Türk mü olsun Kürt mü olsun tartışması yapılıyor. Ne olursa olsun? Mesela bence Ostrozot diye bir şey yazsınlar. Hiçbir şey fark etmez.
Yeni bir ulus yaratmış oluruz.
Hiçbir şey fark etmez. Çünkü öyle bir kavim de yoktur, o anlattıkları Türk diye bir kavim de yoktur zaten. Türklük, Türki kavimler topluluğu olduğu kadar, sürekli gelişen ve genişleyebilen sosyolojik hatta felsefi bir büyük birlik oluştur. Binlerce yıllık terkiptir. Bizim anlattığımız Türklük bir oluştur. Bu oluş medeniyetini, kültürünü ama aslında mayasını temsil eder. O maya çalınmıyorsa burada akşamdan sabaha, sabahtan akşama kadar Türk desek, Türk’e hiçbir faydası yoktur. Türklük bir olgudur, bir oluştur. O daireye girmek isteyenler, çok kolay girebilirler. Orada bir estetik duruşla, o hakkın zirvesini elde edebilirler. Yani ırken Özbekler, Kırgızlar, Türkmenler… Yani kendilerini ırken daha sağlam Türk hissedenlerden daha öne geçebilirler ve Türklüğü daha doğru temsil edebilirler. Mesela Sadrazam Sokullu Mehmet Paşa, o büyük dehasıyla gelmiş geçmiş en büyük başbakanlardan birisidir. Esasında Sokullu Sırp kökenlidir değil mi? Ama Türk’tür.
ÖYLE BİR GEÇER ZAMAN Kİ
Lütfü Şehsuvaroğlu, annesi ve kardeşleriyle
Her insanın bir hikâyesi var. O hikâye, insanın yaşamını geçirdiği evrede ve çevrede ortaya çıkıyor. Kimliğimiz, kişiliğimiz o süreçte şekilleniyor. Sizi Erzincanlı olarak biliyorum. Sanırım, çocukluğunuzu da Erzincan’da geçirdiniz.
Annem Erzincanlı, babam Sivaslı. 1957 yılında Erzincan’da doğdum. İlkokul 5’e kadar Erzincan’da okudum. Babamın memleketi Sivas İmranlı. Ama aslımız Elbistan’daki Dulkadiroğlu Beyi Alaüddevle’nin oğlu Şehsuvar Bey’e dayanıyor. Kardeşlerden Şahbudak, Bozkurt Bey ve Şahsuvar var. Zannediyorum Şahbudak Bey Kırşehir tarafına gitti. Bir de bacıları Ayşe Hatun var. Dulkadiroğulları Beyliği, Osmanlı ile savaşmadan barış sağlayan son beylik.
1517’deki Yavuz’un doğu seferinde Anadolu birliğine katılan beylik sanırım.
Evet. Erzincan deprem bölgesi olmasına rağmen, güzel bir şehir. Depremden dolayı çok acı çekmiş bir şehir. Babamın da depremle ilgili çok şiiri var, benim de depremle ilgili çok şiirim var. Hani “Fahriye Abla” şiirinde belirtildiği gibi etrafı dağlık, ortası bağlık bir şehir. Sık sık deprem geçirdiği için de yapılaşma hep yenidir.
Sizin aileniz orada bir deprem yaşadı mı?
Hayır. 1938’deki gibi büyük bir deprem yaşamadık. Küçüklüğümde sarsıntılar olduğunu hatırlıyorum. Endişeyle dışarı çıkar, geceyi dışarıda geçirirdik.
Babanız memur muydu?
Babam nahiye müdürü idi. İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesinde okumaya gitmiş. İkinci sınıftayken babasını kaybetmiş. Beş kardeşi var. Mecburen memleketine dönmek zorunda kalmış. Bunun üzerine ona nahiye müdürlüğü görevini vermişler.
Şimdiki mal müdürlüğüne mi karşılık geliyor nahiye müdürlüğü?
Nahiye müdürü, kaymakamın bir alt yetkilisi. Nahiyenin mülki amiri.
Annesi ve kardeşiyle
Şu anda böyle bir statü yok değil mi ülkemizde?
Kaldırıldığı için yok. İlçe ile köy arasında olan yerler nahiye idi. Şimdi belde deniyor bu tür yerleşim yerlerine. Oranın en büyük mülki amiri nahiye müdürü idi. Günümüzde bu memuriyet statüsü kaldırıldı. Babamın şimdi Armutlu denilen Armudan nahiye müdürü iken atı vardı, körüklü çizmesi vardı.
Babam, nahiye müdürlüğünden sonra Erzincan Şeker Fabrikasında vezne şefi oldu. Babam Armudan’da nahiye müdürlüğü yaparken karşımızda bir Munzur Dağı vardı, Keşiş Dağı vardı. Şiirimde de geçer;
Munzur Dağı’ndan hep atlılar inerdi,
Rüyalarını süslerdi,
Senin attığın oklar doruğuna değerdi.
Perdesi masallara açılırdı o evlerin,
Eyvanda da vardı,
Yukarıda da açardı.
Parıldayıp gülüşen çiçekler akşamüstü.
Ay doğardı sofaya,
Lamba yanardı,
Kara gecesi olmadı hiç,
Kara çarşaflı evin.
Küçük bir ninecik vardı,
Ay gibi alnı vardı.
Ne güzel sözleri vardı,
Güzel gözleri vardı.
Yumuşacık elleri,
Yüreğini sarardı.
Başıboş atasız değildi şimdiki gibi evin.
Ne zaman yazdınız bu şiiri?
Erzincan ile ilgili anılarım depreştiğinde, 12 Eylül’den önce yazdım. Çocukluğumda da şiir yazardım. Bu şiiri de 1967 ile 1970 yılları arasında kaldığımız Turhal’da yazdım.
Erzincan’a devam edelim mi biraz daha? Karşınızda Munzur Dağı vardı…
Munzur Dağı’nın tepesinde yatan bir kaya vardır. Ben onu hep Atatürk’e benzetirdim.
O kaya bir yatır mıydı?
Yok, öylesine bir kaya.
Munzur Dağı’nın adını, orayı fetheden komutan Mansur’dan aldığı, sonra halk dilinde Munzur şekline dönüştüğü bir efsane şeklinde anlatılır. O açıdan yatır mı diye sordum. Şu anda o dağ çok güvensiz geliyor insanlara. Sizin çocukluğunuzun Munzur Dağı’nı siz nasıl görüyordunuz?
Munzur Dağı, Erzincan’ın güneydoğusunu kapatan kocaman bir dağdır. Benim de küçüklüğümde arkadaşlardan bir çetem vardı; ok yapardık, yay yapardık, korulukta ağaçların üzerine ev yapardık, çocukluğumuzu o şekilde yaşardık. Şiirimde olduğu gibi Munzur Dağı’ndan hep atlıların indiğini hayal ederdim. Düşman askerleri Munzur Dağı’ndan inecek ve biz onlarla karşılaşacağız gibi hayal ederdim.
Size bunu hayal ettiren neydi? Hangi saikle bu hayalleri kuruyordunuz?
Bu hayallerin bugünkü terör olaylarına benzer olaylarla ya da bölücülükle bir ilgisi yok.
Kuruçay’da Abdülhamit İzleri
Hayır hayır! Bunun bir altyapısının olması lazım. Bir şeyler anlatılıyor olsa gerek. Birtakım masallar olabilir.
Anneannem Kürt isyanını anlatırdı. O Kürt demezdi de Kurt derdi. Meşhur Kürt isyanı çıktığında -ki o isyanın bastırılmasında Topal Osman ile birlikte dedemin de rolü vardır- bizim Kuruçay küçük bir ilçeydi.
Kuruçay demişken burada bir fasıl açmak istiyorum. Çünkü Kuruçay Abdülhamit’in kurduğu