ekim nöbetini bu kurum öğretti. Matris dediğimiz bir işletmede hayvan sayısı ile o hayvanların beslenmesi için ihtiyaç duyulan ürün miktarını da şeker şirketi öğretti. Bir işletmeye bir hayvan girerse dört dönüm de yem bitkisi arazisi girmesi lazım. Bu şeker şirketinin bilimsel olarak yaydığı bir tekniktir.
İşte orada lojmana yerleştiğimiz gün, sobaya lazım olan odunları biraderimle bahçede tasnif ederken, mahallenin çetesi tarafından taşa tutulduk. O çete, ilk gelenlere ellerindeki sapanla saldırırmış. Bir nevi “hoş geldin” anlamına geliyormuş.
Dönemin tanışma yöntemi olsa gerek…
“Pal Sokağı Çocukları” gibi. “Pal Sokağı Çocukları”nı sadece okumadık, aynı zamanda yaşadık. Onlar taşa tutunca ben de peşlerinden odunla koştum. Yakaladığımı dövdüm. Sonra o çetenin reisi oldum. İyi arkadaş olduk. Nazmi, Lokman, Altay ve iki Murat vardı. Güzel bir arkadaşlığımız oldu. O çeteyle biz, “Küçük Prens”i, “Pal Sokağı Çocukları” gibi çocukluğumda okuduğum kitapları yaşadık. Daha sonra Akasya Sokağı’nda arkadaşlarım vardı, bunlar fen lisesini kazandılar. Biz Turhal Ortaokulundan üç kişi Ankara’ya imtihana gittik. O zaman imtihana girecek öğrencileri okullar seçerdi. Fakat ben test tekniğini bilmediğim için, iki çizgi arasını işaretleyeceğime, yuvarlak içine aldığım için imtihanı kazanamadım.
O tarihlerde kurs filan yoktu tabii…
Şimdi İstanbul’da tıp profesörü olan Yavuz Eryavuz, yıllar sonra benim şarkımı TRT’den dinlemiş; böylece beni arayıp buldu. Telefonda konuştuk. “Sen çocukluğunda da bizleri toplar, sinema oynatır, şarkı söyletirdin.” dedi. Ben öylece çocukluğuma döndüm. Sık sık tayin olduğumuz için eşyalarımızı koyduğumuz ambalaj sandıklarımız vardı. Ben bu sandıklardan ikisini bir araya getirdim, bir sinema perdesi yaptım. Üzerine Amerikan bezi ile bir perde yaptım ve kutuya açtığım delikten eski sinema filmlerinden topladığım filmleri ışıkla perdeye yansıttım. Sinema salonuna kapı da yaptım. Girene elimizle yazarak hazırladığımız bilet de keserdim. O zaman gazete 25 kuruştu, sinemaya giriş de 25 kuruştu. Filmde 10 dakika ara da verirdim. O arada da külahlarda çekirdek yeme mecburiyeti vardı. Turhal Şeker Fabrikasının futbol takımı, güreş takımı gibi sinema salonu da vardı. Filmleri sinema salonunun eskiyen filmlerinden, çöpe attıklarından topluyordum. Onları kesiyor, yapıştırıyor ve yeniden montajlıyor ve kendi yazdığım senaryo ile perdeye yansıtıyor ve Hacivat-Karagöz gibi kendim seslendiriyordum.
Ondan sonra mahallede ticarete atıldık. Mahallenin bütün gazetelerini toplayıp kese kâğıdı imal ediyorduk. Bazen ticaret gözümüzü bürürdü, ağır olsun diye yapışkan olarak kullandığımız hamura küçük taşlar koyardık. Sonra bakır telleri toplayıp satmaya başladık. Topladığımız telleri, Yeşilırmak’ın aşağısındaki mahallede bir tefeci kadın vardı, ona satardık. Orta ikinci sınıfa gittiğim o yaz Dostoyevski’nin “Suç ve Ceza” kitabını okudum.
O zaman fen lisesini kazanan arkadaşlarım birbirlerine Kemalettin Tuğcu, Orhan Kemal, Yaşar Kemal’in kitaplarını alıp verirlerdi. Ben okumaktan çok yaşamayı sevdiğim için böyle bir hayatımız oldu. Futbol oynadım, güreş yaptım. Babam fötr şapkalı SS subayı gibi bir memurdu. Annem sanat öğrensin diye mahallenin kunduracısına çırak verdi. Onlar körüklü çizme yapabilen iki ustaydı. Romanımda da anlattım onları. Biri 60 yaşında biri 59 yaşında. Aralarında bir hiyerarşi vardı. Bir yaş büyük olan daha güzel giyinirdi. Öbürü giyinmezdi bilerek. Ölçüyü usta alırdı. Usta yoksa kalfa ölçü almak istemezdi. Aynı işi yapıyorlardı. Onlar bana tespih ve takke vermişlerdi. Onlarla beraber camiye giderdik. Fazla bahşiş almamı bile engellerlerdi.
Şımarır diye mi?
Evet. Yani 2,5 lira iyi bahşişti. Beş lira veren olurdu almazdım. Öyle ustalara çıraklık yaptım. Ben hâlâ bir ayakkabı yapabilirim. Çünkü bir yaz boyu çalıştım ayakkabıcıda. Güreşte iyiydim. Hasan Sevinç’in oğlu ile güreş tutardım. Bir o yenerdi, bir ben yenerdim. Babam benim bu hâlimi görünce anneme şöyle dediğini duydum: “Çocuk güreşe gidecekse onu sanat okuluna verelim.” Hasan Sevinç’in oğlu Türkiye şampiyonu oldu.
O zaman “Sanat okuluna verelim.” demek en büyük hakaretti. Normal lise değil de sanat okuluna vermek sanki aşağılayıcı ifade idi.
Benim orta ikide Sivaslı bir öğretmenim vardı. Beli kırılıp ayağa kalkmış dünyadaki yedi kişiden biriydi. Böyle biraz kambur yürürdü. Biliyorsun Muharrem Şemsek de tekerlekli sandalyede yaşamak zorunda kaldı. O dünyadaki yedi kişiden biriydi. Bir gün derse girdiğinde “Lütfi oku.” dedi. Ben 10. Yıl Nutku’nu Mustafa Kemal’in sesinden okurdum. Nutku okumam 10 dakika sürerdi. Hepsini ezberden okurdum. 10 dakika hoca ağlardı, 10 dakika da ders işlerdik. Türkçe derslerimiz böyle geçerdi. O yaz geleceği zaman bir ödev verdi. Bir yerli roman, bir yabancı roman özeti çıkartmamızı istedi. Ben de hocayı seviyordum. O zaman sıkı Atatürkçüydük. Ben Kemal Bilbaşar’ın “Cemo” ve Dostoyevski’nin “Suç ve Ceza” romanlarını aldım. “Suç ve Ceza”yı okuyunca o yaz kendimi romanın kahramanı Raskolnikov zannettim.
Bakır telleri toplayıp kilosunu 2 liraya tefeci kadına satıyorduk ya. Ondan aldığımız paralarla 17 kilometre ötedeki Zile’ye giderdik. Turhal’dan daha az gelişmiş bir ilçe ama, niyeyse Zile’ye pastaneye gidiyorduk. Arada da “Alevi” köyleri vardı. Niyeyse onlar o zaman önümüzü kesiyordu. Bazen bizden biri esir olurdu, ben onlara dalardım. Ama ben esir olduğumda onlar beni kurtarmazlardı. Arkadaş kazığını ilk ben oralarda yedim. O zaman pastanelerde pilav da satılıyordu. Zile’ye vardığımızda pastanede pasta yemez, pilav üstü kuru fasulye yer, kola içerdik.
Bir gün işi büyütelim dedik. Daha fazla bakır bulmak için elektrik direklerindeki bakıra yöneldik. O telleri kesmek için de şeker fabrikasının bahçıvanının makasını çaldık. Elektrik direğinin ortasında da kurukafa var. Yani çıkarsan ölürsün diye bas bas bağırıyor. Tabii çetenin reisi olarak gözü karartıp direğe ben çıktım. Önce telin bir ucunu kestim. Sonra diğer direğe çıktım ve onu da kestim. Tel küt diye yere düştü. Onu plastiğinden sıyırdıktan sonra tefeci kadına götürdük. Biz kadının daha pahalı almasını beklerken kadın daha önceki fiyatın yarısını teklif etti ve kilosunu 1 liraya alacağını söyledi. “Daha önce siyah siyah telleri 2 liraya alıyordun. Bunun 4 lira olması lazım.” dedim. “Şimdi polise haber veririm!” deyince “Lanet olası kadın!” diyerek telleri oraya bırakıp kaçtık. Romanda Raskolnikov, tefeci kadını öldürüyor ya, ben de kadını öldürmeyi planladım. Kendimi Raskolnikov zannettim. Kadını öldürmüş gibi “Suç ve Ceza” ritüelleri yaşadım. Kendime suç biçtim ve ceza verdim. O yaz benim Dostoyevski’nin “Suç ve Ceza” romanını içselleştirme dönemim oldu. Çocukluğumun o devresinde Tanrı’nın varlığına ilişkin iç dünyamda çok tartışma yaptım. Ateist, anarşist, existansiyalist düşünceye daldığım anlar çok oldu.
Peki geleneksel yaşam biçiminin dışında sizi inanç dünyamızın ritüelleri ve umdeleriyle tanıştıran başka bir etken var mıydı? Yazın Kur’an kursuna gitmek gibi.
Her yaz Kur’an kursuna mutlaka giderdik. Ama Kur’an kursundan kaçardık. Sadece mahallemizdeki yaşlı ninenin evinden kaçmazdık. Bize çok iyi davrandığı için ondan kaçmadık.
Kuruçay’daki hocanın uzun bir değneği vardı. Onunla vururdu. Aslında onun vurması bahaneydi, yaz gelince dışarı daha güzel gelirdi. O yüzden dereye gidip çimmek varken, cami bize sıkıcı gelirdi. Dayak da kaçmamıza bahane olurdu. Gümüştepe’ye çıkar, orada otururduk. O tepede hakikaten gümüş var zannederdik. Domuz avlardık.
Aslında bu gazetecilik deneyimini de