Büyük Ülkü Derneğindeki arkadaşlar ülkücü olmam için ısrar ediyorlar, okumam için Peyami Safa’nın romanlarını veriyorlardı.
Lisedeyken her düşünceye eşit bakıyordum. O yüzden “Bizim Anadolu” ile “Cumhuriyet” gazetesini birlikte alıyordum. Bizim sınıfta Selametçi bir çocuk vardı; derse Kur’an tefsiri ile gelirdi. Bir de devrimci bir çocuk vardı; sık sık sara nöbeti geçirir, bayılırdı. Bir de şimdi Gazi Üniversitesi Kimya Fakültesinde profesör olan Atilla Murat Murathanoğlu diye bir arkadaşım vardı. Einstein gibi buluşları olduğu için ona Einstein derdik. Yani sınıfımız da dönemin ideolojik eğilimlerine uzak değildi.
Ali Bilir, beni harekete kazandırmaya karar vermiş ama huyuma göre davranıyor. Ben daha lise son sınıftayken bir seminer verdirdi. 1972-73 döneminde verdiğim ilk seminer “Türk Dili ve Milliyetçilik” konulu idi. Hâlen o seminerde anlattığım konulara imzamı atarım. Çok güzel bir araştırmaydı. Ahmet Caferoğlu, Fuat Köprülü, Necmettin Hacıeminoğlu, Sadri Maksudi Arsallardan dipnotlar edinip hazırladığım bir çalışmaydı.
Bu semineri verdiğiniz esnada siyasi kimliğiniz henüz oluşmamıştı değil mi? “Cumhuriyet” gazetesini ve “Bizim Anadolu” gazetesini birlikte alan bir Şehsuvaroğlu var. Senteze devam ediyorsunuz…
Evet, devam ediyorum ve her tarafa aynı mesafedeyim. Ali Bilir, 50-60 kadar kişinin dinlediği seminerden sonra bana “Sen şimdi bize üye oldun.” dedi. Dinleyenler arasında Ticaniler de vardı. Şimdiki cemaat gibi o zaman da Ticaniler çok yaygındı. O zaman, dinleyenler arasında yaşlı başlı Ülkücüler de vardı. Ali Bilir orada, benim Genç Ülkücüler Teşkilatına üye olmam için çok ısrar etti. İnat ettim “Olmam!” dedim. Konuyu değiştirip ihtiyaçlara değindi. Derneğin aidat ile ayakta durduğunu söyledi. Ben de cebimdeki 20 TL’yi verdim. Aidat kestiler, “Şimdi oldun.” dediler. Yine “Olmam!” dedim. O kadar ısrar ettiler ki kabul etmeyeceklerini düşünerek yapamayacakları bir işi söyledim; duvarda Türkeş’in resmi asılıydı. “Şu çirkin adamın resmini indirirseniz ben üye olurum.” dedim. Artık işi gıcıklığa vurdum. Aralarında yetiştirme yurdundan gelmiş, “Güven” dergisinde yazan Vehbi adındaki arkadaş, “Olmazsa olmasın!” dedi. Ali Bilir gitti, “Yeter ki sen üye ol, ben bu resmi indiririm.” dedi ve resmi indirdi. İndirince ben lafımı yemedim ve teşkilata üye oldum.
Ali Bilir’in sizi üye yapmak için ısrar etmesinin nedeni ne? Sizde ne gördü?
Ali Bilir, Sincan Lisesinin benden önceki mezunlarındandır. O bölgeye ülkücülük mayasını çalan adamdır. Bir inatla Ülkü Ocakları’na üye olduktan sonra, indirttiğim resmi kendim astım.
Ali Bilir ile sonraki dönemde çok iyi arkadaş olduk. Birlikte ocağa insan kazandırma teknikleri geliştirirdik. Ocağa yeni gelen kişileri kazanmak için soğuk kış gecelerinde danışıklı tartışmalar yapardık. Birimiz sağcı olur, birimiz solcu olur tartışırdık. Gelen kişinin yenen fikri desteklemesi için danışıklı bir tartışma yapardık. Doğrudan doğruya propaganda yapmak yerine, öyle bir enstantane yaratıyorduk. Tabii galip gelen fikir, ülkücülük olurdu mutlaka.
Ülkü Ocakları, Kültür Merkezi miydi?
Sizin uzaktan gördüğünüz Genç Ülkücüler Teşkilatı, o dönem bir kültür ocağı gibiydi değil mi? Yaptığınız kültürel bir faaliyetti sanırım. O yıllarda da racon kesme yöntemleri var mıydı?
Racon kesmek ne?
Şimdi genç Ülkücülere öğretiyorlar ya! Böyle şekilli yürümek, bıyık sarkıtmak, tespih çekmek, siyah takım elbise giymek gibi…
Onlar ne öyle! Ben hâlâ öğrenemedim onları. O zaman biz racon kesmenin ne olduğunu bilmezdik. Onları şimdi görüyoruz, duyuyoruz tabii. O zaman insanlar çocuklarını eğitilsin, adam olsun diye getirip ocağa teslim ederlerdi.
Peki siz hangi kültürel kaynaklardan besleniyordunuz o yıllarda?
Aslında biz bir yerden beslenmiyorduk. Kendi kendimize besleniyorduk. Mesela Etimesgut’ta daha sonra ülkücü teşkilatı şöyle büyüttük: Önce büyük bir açık hava sinemasını kiralayıp iki katlı bir binayı merkez teşkilatı yaptık. Duvarlarla çevrili açık alanda da konferanslar düzenledik. Tiyatro kolumuz bile vardı. Zaten açık hava sinemasının sahnesi de var. Orada amatörce tiyatro sahnelerdik.
Bu arada Ankara ile yani Ülkü Ocakları Genel Merkezi ile bir etkileşiminiz var mı?
O dönemde henüz Ankara ile bir etkileşimim yok. Biraz daha bağımsız şekilleniyorum orada. Açık hava sinemasında salı akşamları edebiyat sohbetleri yapardık. Her Türk genci Yahya Kemal’den, Mehmet Akif’ten, Faruk Nafiz’den, Mehmet Emin Yurdakul’dan mutlaka birer şiir ezbere bilmelidir. Bu şairlerden bir şiir okumadıkça Türk genci sayılamaz. O yüzden salı akşamları edebiyat sohbetlerimizde “Safahat” gibi klasiklerimiz mutlaka okunurdu. Salı akşamları aynı zamanda eski Türk edebiyatını da Osmanlı Dönemi edebiyatını da Cumhuriyet Dönemi edebiyatını da okuyorduk. Aynı zamanda okunması gereken kitaplar tavsiye edilirdi. Kitap değişimi sağlanırdı. Oralar zengin kütüphaneler ve eğitim yuvalarıydı. Zaten teşkilat dediğin kütüphanedir. Türklüğü içinde bulunduğu durumdan kurtaracak, bahtı kara maderini değiştirecek, Mehmet Akif’in “Asım nesli” dediği yeni nesiller yetiştirecek, Kur’an’ı asrın idrakine söyletecek bir nesil yetiştirmeyi düşünüyorduk.
Bu arada perşembe akşamları dinî sohbetler yapılırdı. Bir din adamını çağırırdık. Bize tefsir okur ya da dinî bilgiler, ilmihâl bilgileri verirdi. Cumartesi günleri Ankara’dan bir seminerci getirtirdik. Pazar günü de içimizden birine, cumartesi günü dinlediğimiz seminer konusunda seminer verdirtirdik. Bunun nedeni de arkadaşlarımızın dinlediği konuyu anlayıp anlamadıklarını tespit etmek idi. Seminer veremeyeceğini söyleyen kişiyi de alır, ona metin yazar ve kürsüye çıkartırdım. Herkes mutlaka seminer vermeyi bilecekti. Bir semt düşünün ki o zaman bizim bir kültür merkezimiz var ve semte bağlı 30 Ağustos Mahallesi’nde, Şeker Mahallesi’nde ve İstasyon’da üç tane şubemiz, yani kütüphanemiz vardı. Kütüphanenin bir köşesinde çay ocağı var, yanında kitaplık var. Orada gençler sohbet eder, kitaplar okurlardı.
Bunları 17 yaşında bir genç yapıyordu değil mi?
Evet. Bu teşkilatta tiyatro kolumuz, hanımlar kolumuz, memurlar kolumuz, işçiler kolumuz vardı. Çünkü orası işçi muhiti idi. Şeker fabrikasının yanı sıra, askerî hava üssü vardı. Traktör fabrikası vardı. Etimesgut bir sanayi şehri idi. Geniş bir tarım ve sanayi kasabası. Bir genel merkez gibi örgütlenmiştik. Memurlar kolumuzda astsubaylar vardı. Etimesgut’taki hava lojmanlarındaki subaylar, astsubaylar da gelirdi ocağımıza.
Ocaktaki işçiler kolumuz bir ara o kadar başarılı oldu ki Şeker İş Sendikasının kongrede Sadık Şide’yi devirip sendikayı ele geçirecek düzeye geldik. Tabii Ankara’dakiler bizim Etimesgut’taki ilişkilerimizi bilmedikleri için Sadık Şide’den bürolarına bir mobilya hediyesi almışlar. Aldıkları bu hediye karşılığında Şeker Fabrikasının sinema salonunda yapılan kongrede bizim adayımıza karşı Sadık Şide’yi destekleyerek bizi sattılar.
Etimesgut’ta bir genel merkez gibi çalıştık. Hatta “Etimesgut’un Sesi” diye bir gazete çıkardık. Ben liseyi bitirip 1973-74 döneminde üniversiteye girdiğim senenin yazında D grubu işçi statüsünde Şeker Fabrikasında vagon kantarında çalışmaya başladım. Sincan’a doğru, in cin top oynayan bir yerde vagon kantarı vardı. Orada kantarın yanında, içinde sobası olan küçük bir de kulübemiz vardı. Geceleri orada giren pancarı, çıkan melas ve küspe vagonlarını tartardım. Akşam 7, sabah 7 arası çalıştığım için aldığım maaş babamdan yüksekti.