>
1
Maun sandalla çarpışmayı andıran bu tesadüflere artık o kadar alışmıştılar ki bugün Kalender’den dönerken, gene onun âdeta çarparcasına yakından sıyırıp geçişini fark etmemiş göründüler. Beyaz sandalın şık, zarif süvarilerinde küçük bir telaş eseri, bir ufak korku çığlığı bile uyandıramayarak geçen maun sandala -her iki tarafı görebilmek üzere biraz yan oturan- Peyker başını bile çevirmedi, arkasını sahile vererek Anadolu kıyısına dumanlarını serpen bir vapura dalmış gözleriyle Bihter’in beyaz örtüsünün içinde vakar ve endişe dolu çehresi tamamıyla kayıtsız kaldı; yalnız valideleri, sarıya boyanmış saçlarının altında gözlerinin manasına derin bir belirsizlik veren geniş bir sürme çemberiyle çevrilmiş gözlerini çevirdi, ucunda gizli teşekkür manası titreyen bir serzeniş bakışıyla maun sandala büsbütün yabancı kalmadı.
Aralarında mesafe biraz uzanır uzanmaz, bu üç kadının kayıtsız vakarına birden halel geldi, en evvel valide -kırk beş senenin henüz gidermeye muvaffak olmadığı bir gençlik vehmiyle mesirelerde etrafa dağılan tebessümleri kendi lehine dayandırmak alışkanlığını takip ederek- dedi ki:
“Bu Adnan Bey de!.. Artık âdet oldu, mutlaka her çıkışta tesadüf edeceğiz; bugün Kalender’de yoktu, değil mi Bihter?”
Validesinin şikâyet şekli altında gizli bir memnuniyeti kâfi derecede saklayamayan sözlerini Bihter cevapsız bıraktı. Peyker validesine doğrudan doğruya cevap vermeyerek “Bugün çocukları da yanında değil…” dedi. “Ne güzel çocuklar, değil mi anne? Hele oğlan! Yumuk yumuk gözleriyle bir bakışı var ki…”
Bihter, eğilmeyerek dudaklarının ucuyla sordu:
“Validelerini tanır mıydınız anne? Kız annesine çekmiş olmalı…”
Firdevs Hanım, Bihter’in sualini anlamamışçasına donuk gözlerle bir saniye baktı, sonra başını çevirerek artık gözden kaybolan sandalı araştırdı; tekrar Bihter’e bakarak ve bu defa kendi zihninde cereyan eden düşünceler silsilesini takip ederek “Ne tuhaf bir bakışı var!” dedi. “Israr eden bir bakış! Ne zaman gözlerim tesadüf etse…”
Firdevs Hanım tamamlamadan evvel biraz durdu. Galiba “bana” diyecekti, fakat kızlarına karşı bu kadarcık bir lisan ihtiyatına tamamıyla sönmesi mümkün olamayan bir annelik vakarı lüzum gördü ve “Buraya bakarken görüyorum…” dedi.
Validelerinin bu küçük lisan ihtiyatı ikisinin de dikkatli bakışlarından kaçamadı. Peyker’le Bihter manalıca bakışarak gülümsediler, hatta Peyker bu gülümsemenin ifadesini açıklamaktan çekinmeyerek “Evet, gözlerini Bihter’den ayırmıyor.” dedi.
Bu cümlenin tesirini görmek için validelerine baktılar, o, cevap vermemek için uzaklara baktı.
Firdevs Hanım, Melih Bey takımının hususi şöhretinden en ziyade hissesi olan bir çehredir ki işte otuz seneden beri -on beş yaşından kırk beş yaşına kadar- bütün mesirelerin, en bilinen hayat timsallerinden biridir. İstanbul’un seyranları takviminden ismi silinemeyen, hatta silinemeyecek görünen, hayatından her sene geçtikçe gençliğe daha ziyade asılan bu kadın, beyazlığını saklamak için sarıya boyadığı saçlarıyla, tazeliğinin bozulup gitmesini örtmek için düzgünlere sıvadığı simasıyla kendisini o kadar aldatmış, henüz tazeliği kuruntusunun içine öyle bir fikir sapkınlığıyla kendini bırakmıştı ki, Peyker’le Bihter’in yaşlarını -birinin yirmi beş, ötekinin yirmi iki senesini- unutarak onları bütün bu tebessümlerden, bu takiplerden hisse alamayacak kadar çocuk zannederdi.
Bu, iki kızla valide arasında ebedî bir cenk ve alay etme zemini idi ki, tamamen netlik ve açıklık kazanamamakla beraber hemen her gün tekerrür eder; Peyker’in manalı bir kelimesi, Bihter’in insafsız bir tebessümü, güya bu iki genç vücudun gençlik muzafferiyetini hâlâ genç kalmak isteyen bu validenin harap ve yıpranmış kırk beş senesine çarpardı.
O, böyle hain bir kelime, merhametsiz bir tebessüm, kulaklarına müthiş bir alay ıslığı ile kırk beş yaşını bağırırken dudaklarında acı bir görüntü ile dalgın dalgın Peyker’le Bihter’e bakar, sonra ufak bir titreyişle gözlerini bu hakikatten ayırarak tekrar gençlik vehminin aldatıcı hazzına dönerdi.
Şimdi, dört aydan beri tedirgin edici bir fikir beynini tırmalıyordu: Peyker biraz sonra onu büyük valide edecekti. Bunu anladıktan sonra büyük validelik bir kâbus ağırlığıyla onu bunaltmaya başladı. Kendi kendisine güya bu fikri silkip atmak isteyerek “Mümkün değil!” derdi.
Büyük valide…
Melih Bey takımının içinde kadınlar hatta zor valide olurken büyük valide olmak onun için bir alçaklık, bir ayıp hükmünde idi. Şimdiden buna bir çare düşünüyor, saçlarının beyazlarıyla çehresinin geçkinliğine bir tamir tedbiri bulduktan sonra büyük valideliğe de bir şey icat etmek istiyordu, öyle bir şey ki ona gençlik vehminin sarhoşluğunda gizlenebilmek için imkân bıraksın: Çocuk, annesine “abla”, ona da “anne” diyecekti.
Melih Bey takımının içinde böyle garip bir istisna teşkil etmek aşağılıklığını talih onun için mi alıkoymuş idi? Bu vaka hayatını kirletecek bir leke kadar onu korkutuyor ve artık Peyker’e, onu büyük valide edecek olan bu mahluka, açıkça husumet ediyordu.
Peyker’in son cümlesinden sonra sandalda hep sükût ettiler. Adnan Bey artık unutulmuş göründü.
Melih Bey takımı!.. Bu takımın İstanbul hayatında mertebesinin tayini metin bir kaideye dayanamaz. Tamamıyla kibar âlemine mensubiyet iddia edecek kadar sağlam bir asalet sahibi olmayan bu ailenin, yarım asır evveline kadar mevcudiyeti şüpheli ve belirsizdir, aile fertleri içinde kibar hayat sicilinde tanınmış isimler bırakanlara uzaktan yakından -biraz karışık olmakla beraber- tesadüf etmek soyağacı uzmanlarına belki mümkün olur. Asıl takımın hususi hayat tarihi, işte bu aileye namını terk eden Melih Bey’den başlar. “Melih Bey takımı” unvanı, ailenin bütün ruhi tarihini rumuz ve kapsamıyla özetleyen ve bir araya toplayan bir ifade genişliğine maliktir.
Melih Bey kimdir?
Bu soruya açık bir cevap vermek külfetine lüzum görülmemiştir. Melih Bey vefatından sonra devam edebilecek hiçbir hatıra bırakmamıştır: Yalnız Anadolu kıyısında bir yalı ile bu yalıdan İstanbul’un hemen her tarafına yayılarak bugün “Melih Bey takımı” unvanıyla bir temayüz1 noktasında birleşen kadınlar…
Melih Bey’in yalısı yarım asrın değişim silsilesinden geçmiştir. Bugün kim bilir kimindir… Fakat ne zaman önünden geçilse Boğaziçi’nin hususi hayatına vâkıf olanların kalplerinde gizli bir parmak uzanarak orasını gösterir ve müphem fakat zengin manalar vererek “Melih Bey’in yalısı!” der…
Bir vakitler yalının pencerelerinden taşan şenlik ahengi hâlâ rıhtımın taşlarını yalayan suların şırıltılarında gizli, geceleri boğazın suları bir zamanlar buradan topladıkları neşe şaşaasının hâlâ parlaklıklarının kalıntılarıyla parıltılı zannolunur, onun için yalının o hayat devresini bilmeyenler bile yalnız onun manasını hissederek buradan geçerken bir âlemin meçhul bir macerasına ait zevkleri duyarlar ve kendi kendilerine “Evet, Melih Bey’in yalısı!..” derler.
Bu yalı, şehrin tarihinde bir nevi seçkin çiçek yetiştiren bir camekân hükmüne hizmet etmiş ve İstanbul’un kibar hayatına bu seçkin mahsulden numuneler serpmiştir. Bunlar yarım asırdan beri bu küçük şehrin muhtelif noktalarına dağılmışlardır fakat onları dağılmakla beraber birbirinden ayırmayan, bütün muhtelif çiçekleri bir rabıta ile toplu bir demet şeklinde bağlayan bir şey vardır ki ailenin unvanıdır. Bu, aileyi cereyanının dalgaları içinde sürükleyip götüren değişim nehrinin üstünde, batmaz bir tahta parçası şeklinde yüzmekte devam etmiştir.
Melih Bey takımında garip bir kendi cinsine benzetme özelliği vardır; hangi aile ile münasebet kurarsa o aile için Melih Bey takımından olmak muhakkaktır. Melih Bey takımından bir kız -galiba bu ailenin seçkinleşme sebeplerinin korunması kadınlara bırakılmış olduğundan kaderin hususi bir müsaadesiyle takımdan hemen bütün kız evlat çıkmıştır- bir diğer aileye girmekle manevi hüviyetinin bu yeni ailenin hamurunda yok olmamasını, o kendi cinsine benzetme özelliği emniyet altına alır. Hatta bu camekânın en güzide çiçeklerini Firdevs Hanım -aile tarihi içinde bir harika nevinden- henüz on sekiz yaşında