Халит Зия Ушаклыгиль

Aşk-ı Memnu


Скачать книгу

onları tanırlar; Boğaziçi’nin mehtap âlemlerinde en ziyade onların sandalı takip olunur; en ziyade onların yalısının önünde durularak pencerelerin saklı şeyler ifşa etmesi beklenir; bir piyano sesine, perdelerin arkasından fark edilen bir iki zarif gölgeye dikkat olunur; Büyükdere çayırında onların arabası halkın nazarlarını arkasına takıp sürükler; nerede görülse onlar hemen fark edilir. “Melih Bey takımı” fısıltısı mesirenin havasında uçar, herkeste bir merak hareketi uyanır ve güya bu fısıltının titreyişlerinden sırlarla dolu bir mana serpilir. Bu nedir? Hiç kimse açık izahlarla bunu tayin edebilecek emarelere malik değildir. Birtakım rivayetler vardır ki, başkalarının aleyhine hizmet edecek şeylere halkın kolaylıkla itimadı neticesiyle incelenmek zahmetine katlanılmaksızın revaç bulur, hatta ihtimal incelenirse gerçekliği ispatlanamayacağı ve o hâlde bunlara inanmak lezzetinden mahrum kalmak icap edeceği için bu rivayetlerin yayıldıkları suretle kabul olunması katidir.

      Onlar bu rivayetlere ne kadar ehemmiyet vermezlerse rivayetler o kadar kuvvet almış bulunurdu. Bütün gezişleri, bakışları birer manaya yüklenirdi, fakat onlarda bu rivayetlerden pek de memnun olmuyor değil gibiydiler, hatta Firdevs Hanım’ın bir omuz silkintisiyle “Oh! Halka bakarsanız hiçbir şey yapmamak lazım gelir; bence insan halk için değil nefsi için yaşamalıdır!..” deyişi vardı ki bütün ailenin felsefesini özetlerdi.

      Fakat ne denilirse denilsin işte onlar yarım asırdan beri bütün mesirelerin zarafet ruhu idiler. Bu, aile fertlerine miras olarak intikal etmiş bir özellik idi ki onları daima İstanbul’un en iyi giyinen kadınları mertebesinde tutmuş idi. Hayatları tarzının tabii icaplarıyla, yavaş yavaş bütün aile fertlerinde genişleyen ve yerleşen bir zarafet ihtiyacıyla giyinmek sanatının ruhundaki sırları keşfetmişler, o, bir hususi kaideye bağlı olunamayarak yalnız zevkin müşkülpesent ölçüsüyle tartılabilen giyinmek sanatında bir icat harikası bulmuşlardı. En harim giyecek şeylerden yüzlerinin peçesine, eldivenlerinin rengine, mendillerinin işlemesine varıncaya kadar öyle bir nefis ve müstesna zevk hükmederdi ki sadelikleriyle beraber en özenilmiş, en ihtimam görmüş ziynetleri bayağılığa indirirdi. Onlar görülünce bu güzellik fark edilmemek mümkün olmazdı, yalnız bu neticenin ortaya çıkma sebepleri dikkatten kaçardı. İşte Pygmalyon’dan alınmış siyah işlemelerle açık kül rengi eldivenler, işte “Au Lion D’or”dan çıkma keçi derisinden potinler, işte siyah Satin de Lyon’dan herkesinkine benzer çarşaflar… Fakat herkesinkine benzeyen bu ufak tefek şeylerde zarafetlerinin ruhundan uçuşan bir güzellik havası bu manasız şeyleri öyle bir seçkinlik kucağı içinde sarardı ki, bunları adilikten çıkarır ve başka bir dünyanın müstesna şeyi hükmüne getirirdi. Onlarda taklit edilemeyen şey giydikleri değil giyinişleriydi. Peçelerini bir iliştirişleri vardı ki onu herkesin peçesinden başka bir şey yapardı. Mesela onlardan biri bir gün eldivenlerinden birini iliklemeyi unutmuş olurdu: Eldivenin tersine devrilen kapağının arasından türlü türlü ince gümüş tellerle yahut altın zincirler arasında sıra ile inci ve minimini yakut parçaları sıralanmış zarif bileziklerle dolu beyaz bir bilek öyle latif bir ihmal ile açık kalırdı ki bir saniye görülebilen bu bilek artık unutulamazdı. Çarşaflarının kıvrımları, omuzları, kalçalarını sıkarak dökülüşü onları görenlere, tanıyanlara hemen kim olduklarını ifşa ederdi.

      Gördüklerinden fikirler çıkarırlar; ötede beride tesadüf olunmuş numuneleri birbirine karıştırarak, birinden alınmış bir şeyi diğerine ilave ederek bir başka şey vücuda getirirler ve bu, başkalığıyla hepsine üstün gelirdi. Onlar, iki kızla anne, saatlerce müzakereler, mücadeleler yaparlar, nihayet yeni bir alet icat eden bir mucit zaferiyle bu celselere yeni bir keşfin sevinçleriyle son verirlerdi.

      Bazen, dururken onları bir görmek ihtiyacı alırdı. Sanihalarına2 sahraların ilhamından taze bir şevk bekleyen bir ressam ihtiyacıyla, Beyoğlu’na inerek yeni gelmiş kumaşları, tünelden Taksim’e kadar giyilen yeni elbiseleri görmeye çıkarlardı. O zaman alınacak ufak bir şey sebep teşkil ederek mağazalara girilir, saatlerce yığın yığın kumaşların karşısında müzakereler edilirdi. Beğenilmeyen kumaşları, ellerinin tersiyle iterek yahut gözlerinin bir ucuyla reddederek asla aldatmayan ani bir zevk ile mahkûm ederler, sonra dikkat ve muayeneye layık olmak üzere ayrılan parçaları ellerinin bir iki üstat darbesiyle peykenin üstünde kabartırlar, bunların tesirini uzun uzun keşfe çalışırlardı. Onların itiraz kabul etmeyen bir isabetle kati hükümleri vardı ki dükkânlarda her vakit bir şakirt hürmetle dinlenirdi. Bir ufak fikirleri giyinme zevki için bir hüküm ehemmiyetiyle telakki olunur ve genellikle asıl dükkân sahipleri satmak hevesinden ziyade onların fikirlerini almak lezzeti için saatlerce üşenmeyerek önlerine kumaş yığarlardı. Onlar bir müşteri sıfatıyla değil, alınacak şeyi binlerce şeylerin arasından seçip ayıran birer sanat üstadı ehemmiyetiyle telakki olunur; aldıkları, beğendikleri şeylere hususi bir imtiyaz verilirdi. Müşterilere karşı “Bunu beğenmediniz mi? Geçen gün Melih Bey’inkiler bunu pek beğenmişlerdi!..” demek kumaşın kıymetini derhâl artıracak sağlam bir tavsiye idi.

      En ziyade sanatlarının sihri, bu zarafeti inanılmayacak bir ucuzlukla vücuda getirmekte idi. Zaten ailenin mali kudreti, bunu değiştirilemeyecek bir esas kaide hükmüne getirmiş idi. En ziyade gösterişe lüzum gördükleri, mesirelere mahsus kıyafetleriydi. Zarafet zevkinin bu basit ve dar zemini onlar için gayet geniş bir gezinti sahrası olurdu. Hatta bugün Kalender’de yeni bir kıyafetin resmi teşhiri icra olunmuş, birinci defa olarak ancak bir sandalda giyilebilecek bir şey icat edilmiş idi. Bu, omuzlarından düşerek dirseklerinden birkaç parmak aşağısına kadar ancak inebilen beyazla eflatun tülden karıştırılmış ve yine beyaz ve eflatun kurdelelerle yer yer tutturulmuş bir harmaniden ibaretti. Başlarında gayet dar fakat uzun, ince bir Japon ipeğinden yapılmış, uçlarına eski işlemeleri takliden beyaz ipekten hafif bir su işlenmiş bir örtü vardı ki, boyunlarından dolanarak uçlarının uzun, beyaz ipekten püskülleri harmanilerin aşırılığa yorumlanabilecek gösterişini tenkit nazarından gizlemek isteyerek kısmen saklıyordu. Daha sonra eflatun canfesten bir eteklik ki harmaninin tamamlayıcı bir eki olmak üzere telakki edilebilirdi fakat bu, evde giyilecek bir eteklikten başka bir şey değildi… Valide, kızlarına benzemiyordu. O, bir müddetten beri kızlarının giyiniş tarzını beğenmeyerek onlardan ayrılmaya başlamıştı, aralarında elbiselerden görünen bir farklılık hasıl oluyordu. Yaşların uyuşmazlığından hasıl olan bu farklılığa o, kızlarının zevkini aşırılıkla itham ederek bir sebep göstermek isterdi, fakat gayet gizli ve samimi bir his onu haberdar etmiş idi ki hâlâ kızları gibi giyinmekte devam ederse gülünç olacaktır. Onun için bugün o da başka bir şey icat ederek harmanileri taklit edememenin intikamını almış idi: Beline kadar ince ince kıvrımlarla sıkı sıkıya inip belinden sonra bol dalgalarla aşağıya kadar dökülen yensiz, gayet açık kahverengi bir yeldirme yapmış ve bunu her yeldirmeden ayıracak bir icat eseri olarak arkasına ucu zarif bir ipek püskülle sallanan bir başlık koymuş idi.

      Bu başlık Peyker’le Bihter için bir şaka silsilesi husule getirmiş idi. Anneleri kendileriyle bir örnek giyinirken inceden inceye bu bitmek tükenmek bilmeyen gençlikle eğlenirlerdi; anneleri giyinmekte onlardan ayrıldıktan sonra latifeler başka bir zemin üzerine intikal etmiş oldu. Onda bu başkalık fikri doğunca evvela ciddi sormuşlardı:

      “O ne için anne? Örtü almayacaksınız da başlık mı koyacaksınız?”

      O, fikrini müdafaa için cevap vermişti: “Hayır, yalnız arkada duracak, düşün Peyker!.. Gayet bol bir başlık, kenarları katlanarak gene o renkten dantelalarla örtülmüş… Hani ya çocuklara mahsus başlıklara benzer, gürültülü, kalabalık bir şey.”

      Onlar bu izah ile kanaat etmeyerek, ciddi başladıkları suallere doğrudan doğruya istihza karıştırarak devam etmişlerdi:

      “Evet fakat mademki giyilemeyecek, o hâlde bir yeldirmede