Recaizade Mahmut Ekrem

Araba Sevdası


Скачать книгу

cai Efendi Yalısı’nda doğar. Tanzimat Dönemi’nin tanınmış ve sözü geçen ailelerinden birinin oğludur. Babası Mehmet Şakir Efendi’nin edebî yönü kuvvetlidir. Recaizade Mahmut Ekrem de edebî zevkini ailesinden almıştır. Recaizade Mahmut Ekrem, Doğu kültürü ve eski edebiyatın tüm konularına hâkim olarak yetişir. Bu bilgileri ilk olarak babası Mehmet Şakir Efendi’den öğrenir. Fen bilimleri dersinin de iyi olması ve gelecek vadetmesi sebebiyle babası kendisini Harbiye İdadisine gönderir. Ancak babası gibi giderek sanat, özellikle edebiyat alanı ile ilgilenmeye ve ufak tefek yazı denemelerinde bulunmaya başlar. Hariciye Mektubi Kalemi’ndeki görevi esnasında öğrendiği Fransızca ve sürekli karşı karşıya geldiği Batı kültürü sayesinde Recaizade Mahmut Ekrem’in fikir ve düşünce hayatı bildiğimiz anlamda şekillenmeye başlar. Bu görevi esnasında Leskofçalı Galip, Hersekli Arif Hikmet, Namık Kemal gibi zamanın ünlü fikir ve sanat adamlarıyla tanışma fırsatı yakalar. Onlarla birlikte Encümen-i Şuara toplantılarına katılmaya başlar. Böylelikle ilk yazılarını Tasvir-i Efkar, Terakki, Hakayıkü’l-Vekayi’de yayımlar. İlk çocuğu Piraye, doğarken ölür. Bu olay sonrasında edebiyattaki ilerleyişini daha çok çeviri eserler üzerinden gerçekleştirir. Trablusgarp’ta görev alır ve sonra Malta’ya geçerek oradan Avrupa’ya kaçmayı planlar. Fakat bu durumu anlayan padişah Abdülhamit, onu İstanbul’a getirtir ve Büyükada’ya gönderir. İki yılını burada geçiren Recaizade Mahmut Ekrem, buradaki hatıralarından yola çıkarak Nijad Ekrem adlı eserini yazar. Ülkenin durumu ve özel hayatında yaşadığı üzücü olaylar neticesinde rahatsızlığı gitgide ilerler ve 31 Ocak 1914’te vefat eder.

      Eserleri:

      Şiir: Nağme-i Seher, Yadigâr-ı Şebâb, Zemzeme, Tefekkür, Pejmürde, Nijad Ekrem, Nefrin.

      Roman: Araba Sevdası.

      Öykü: Saime, Muhsin Bey yahut Şairliğin Hazin Bir Neticesi, Şemsa.

      Düzyazı: Talim-i Edebiyat, Takdir-i Elhan,Kudemaden Birkaç Şair, Takrizat.

      OKUYUCULARA

      Malumdur ki insan eğlencesiz yaşayamaz. Benim gibi yaratılıştan inzivayı sevenler içinse okumaktan yahut yazmaktan daha iyi eğlence olamaz. Ancak bu çeşit meşguliyet mütemadi ve bilhassa ciddi olunca yorgunluğuna dayanmak kabil değildir. O hâlde yorgunluğu az, eğlencesi bol meşguliyetler aramak gayet tabiidir. İşte ben de bu ihtiyacın sevkiyledir ki ara sıra böyle şeyler yazarak vakit öldürmek zorunda kalıyorum.

      İyi bilirim ki içimizde bu türlü meşguliyetleri, mesela satranç oynamaktan on kat daha saçma ve yine mesela bahçe kazmaktan on kat daha faydasız sayanlar az değildir. Onların bu düşünceleri belki de doğrudur. Ne fayda ki ben, satranç oyununa hiç merak edemedim; bahçe kazmaya ise mevsim elverişli değil!..

      Bundan önce yazdığım “Muhsin Bey” hikâyesi hiçbir şey değilken okuyucular arasında hayli rağbet görmüştü. Sayın okuyucularımın teveccühünden cesaret alarak şu romanı yayımlıyorum. Niyetim acizane böyle birkaç eser daha meydana getirdikten sonra biraz daha büyüklerini yazmaktır.

      İnsanlıkla ilgili olarak her gün etrafımızda geçen ibret verici olaylara ve ortaya çıkan durumlara şiir ve felsefe açısından bakılırsa hepsi de az çok hazin görünür. Bunlardan birtakımının gözyaşıyla, diğer bir kısmının da şaşkınlık ve gülümsemeyle karşılanmasındaki fark, olayların asıl mahiyetindeki fecaatten değil, tarafımızdan değerlendirilmeleri bakımındandır.

      Konusu gerçek hayattan veya gerçeklere mümkün mertebe uygun olarak hayalden alınarak yazılan hikâye ve romanlar ise insanlarla ilgili olayları ve durumları sadakatle aksettiren birer ibret aynasıdır.

      Bu düşünceye göre, “Muhsin Bey” hikâyesi, okuyanlar tarafından ağlanacak şeylerden görülmüş olduğu hâlde, bu “Araba Sevdası” bilakis gülünecek hâllerden sayılsa gerektir. Fakat dikkat edilirse bu ötekinden elbette daha ziyade hazin ve elbette daha çok elem vericidir.

İstinye, 16 Teşrinisani 1305 (28 Kasım 1889)Recaizade Mahmut Ekrem

      BİRİNCİ BÖLÜM

      1

      Üsküdar’dan Bağlarbaşı yolu ile Çamlıca’ya gidilirken Tophaneli-oğlu’ndaki dört yol ağzından aşağı yukarı yüz adım ileriye bakılacak olursa o geniş şosenin sonunda ve tam ortasında, etrafı bir buçuk arşın kadar yüksek duvarlarla çevrili bir ağaçlık görülür.

      Bu ağaçlığa varıldığı zaman şose, biri sağa, öteki de sola doğru iki kısma ayrılır. Duvarla çevrili olan ağaçlığın büyücek bir kapısı vardır ki tam iki yolun birleştiği yerin ortasındadır.

      Sağ ve soldaki yollardan hangisine gidilecek olsa karşı tarafı yine aynı ağaçlıkla çevrilidir. Ağaçların yanındaki duvar alçacık olduğu için hayvanlar ve bilhassa insanlar, üstünden aşmasın diye boydan boya teller uzatılarak ayrıca muhafaza altına alınmıştır.

      Hafif meyilli birer yokuş üzerindeki bu yollardan normal yürüyüşle dört beş dakika kadar gidilince daima duvarla çevrili olan ağaçlık, bir meydancıkta sona erer. Ağaçlığın burada da cephede aşağıkine paralel bir kapısı vardır. Yukarıdan kuş bakışı bir bakışla bakıldığı takdirde koni şeklinde görünecek olan ağaçlık burada bitiyorsa da iki yol yine birleşmez. Meydancığın otuz adım kadar ötesinde, epeyce geniş ve yüksek bir set üzerinde, eski zaman işi binaları taklit suretiyle yapılmış, enli saçaklı, tek katlı bir bina ile bunun etrafında bazı büyücek ağaçlar vardır. Onun üst tarafında başka bir setle başlayan yerde ise birtakım meşe ve servi ağaçlarıyla zamanında nasılsa kırılamayıp kalan ve oranın “Sarıkaya” adıyla anılmasına sebep olan iri iri sararmış kayalar ve inişli yokuşlu bir de metruk mezarlık vardır. Geçtiğimiz meydancıktan buraya kadar olan mesafe de aşağı yukarı beş dakika kadar sürer.

      Bu mezarlık da geçildikten sonra iki yol hem birleşir hem de düzleşir. Buradan yine beş dakika kadar yürünürse artık Çamlıca Dağı’nın eteğinde Kısıklı köyünün çarşısına varılmış olur.

      Buraya çıkıncaya kadar yorulmadıksa yine aşağı doğru inelim de hududunu ve önemli noktalarını belirttiğimiz yeri inceleyelim. Bu incelemeye de bittabi yine mahut ağaçlıktan başlayacağız.

      Burası “Çamlıca Bahçesi” adıyla İstanbul’da en önce düzenlenen ve halkın istifadesine açılan parktır. Birkaç zamandan beri halkın buraya rağbeti azaldığı için birçok günler kapıları kapalı durur.

      Yazın ve bilhassa ilkbaharla sonbaharda bu bahçeyi açtırıp da aşağıki kapıdan içerisine girer ve birkaç adım ilerledikten sonra etrafınıza alıcı gözüyle şöyle biraz dikkatlice bakarsanız, büyük, mamur ve gerçekten gönül açıcı bir bahçe olduğunu derhâl anlarsınız.

      Bahçenin sadece meydana getirildiği tarihte güzel görünmesi fikriyle değil, yıllar gelip geçtikçe ileride de ağaçların, ormanların büyüyerek alacakları şekle göre, güzelliğini daha da artırarak muhafaza etmesi düşüncesiyle, usta eller tarafından, büyük bir titizlikle düzenlendiği ilk bakışta hemen belli olur. Bu kadar güzel bir bahçeyi meydana getirmek için gayret sarf eden zevk sahibi insanları takdir etmekten kendinizi alamazsınız.

      Dışarının mütecessis bakışlarını kesmek için de kenarlara gayet kısa ve muntazam aralıklarla dikilip gereği gibi geliştirilmiş ve dal budak salıvermiş salkım, aylandız, at kestanesi gibi koyu gölgeli ağaçlarla orta kısımlarda yer yer dikili çınar, kavak, manolya, salkım söğüt ve benzeri türlü türlü, renk renk ağaçların ve bazı yerlerde, insan bakışlarının değil, güneş ışınlarının bile nüfuz edemeyeceği kadar sıklaşmış ormancıkların etrafında dolaşır ve bunların hepsini birbirinden daha güzel, daha gönül çekici bulursunuz.

      Biraz daha ilerleyince bir düzlüğün ortasında, üstü kapalı, etrafı açık kameriyemsi bir şey ve bazı kenar yollar üzerinde kulübe tarzında muntazam ufak ufak binalar görürsünüz. Bunlardan kameriyeye benzeyen şeyin, fevkalade günlerde çalmak ve okumak için getirtilecek saz takımına mahsus bir yer ve o kulübeciklerin de yiyecek içecek satışı için yapılmış birer büfe olduğunu anlar, bunları da beğenirsiniz.

      Biraz daha ilerleyince büyük bir lak1, onun ortasında