i serin divan bugün daha sakin, daha gölgeliydi. Pencerelerinden süzülen mavi, mor, sincabi bahar ziyaları, çinilerinin yeşil derinliklerinde birikiyor, koyulaşıyordu. Yüksek ipek şiltelere diz çökmüş yorgun vezirler önlerindeki halının renkli nakışlarına bakıyorlar; uzun beyaz sakalını zayıf eliyle tutan ihtiyar sadrazamın sönük gözleri; gayet uzak, gayet karanlık şeyler düşünüyor gibi mevcut olmayan noktalara dalıyordu.
“Cesur bir adam lazım paşalar…” dedi, “Biz, onun; sırmalara, altınlara, elmaslara gark ederek gönderdiği elçisine padişahımızın elini öptürmedik ancak dizini öpmesine müsaade ettik. Şüphesiz o da mukabele etmeye kalkacak.”
“Şüphesiz.”
“Hiç şüphesiz.”
“Mutlaka…”
Kubbealtı vezirlerinin tamamıyla kendi fikrinde olduğunu anlayan sadrazam düşündüğünü daha açık söyledi:
“O hâlde bizden elçi gidecek adamın çok cesur olması lazım! Öyle bir adam ki ölümden korkmasın. Devletin şanına dokunacak hareketlere karşı koysun. Ölüm korkusuyla, uğrayacağı hakaretlere boyun eğmesin…”
“Evet.”
“Hay, hay…”
“Çok doğru.”
Sadrazam sakalından çektiği elini dizine dayadı. Doğruldu. Başını kaldırdı. Parlak tuğları ürperen vezirlere ayrı ayrı baktı:
“Haydi öyleyse… Bir cesur adam bulun.” dedi, “Hacegândan, enderundan, divandan benim aklıma böyle gözü pek bir adam gelmiyor. Siz de düşünün bakalım.”
…
…
…
Sofu, sulhperver, sakin padişahın koca devletine sessiz, küçük bir dimağ olan divan düşünmeye başladı.
Bu elçi, yedi sene sonra takdirin “Yavuz!” namındaki yaman sillesiyle; her gururunun, her cinayetinin cezasını bir anda gören İsmail Safevî’ye gönderilecekti! Şehzadeliğini ata binmekten, cirit oynamaktan, silah kullanmaktan ziyade kitapla geçiren Beyazıd-ı Veli’nin tabiatı son derece halimdi. Yalnız şiiri, hikmeti, tasavvufu sever; muharebeden, mücadeleden nefret ederdi. Vezirler, sevgili padişahlarının sükûnunu bozmamayı en büyük vazifeleri sanırlardı. Bununla beraber hudutlarda yine kavganın arkası alınamıyordu. Bosna, Eflak, Karaman, Belgrat, Transilvanya, Hırvatistan, Venedik seferleri birbirini takip ediyor; Modon, Koron, Zonkiyo, Santamavro fetholunuyordu. Sanki İstanbul’un Fethi’nin azmiyle dehası -tahta geçer geçmez babasının heykelini “Gölgesi yere düşüyor…” diye kırdırıp sevaba girmeye kalkan- zahit halefinin zamanında da sönmüyor; sönmez bir alev, ezelî bir ruh gibi yaşıyordu. Rahat istendikçe gaile gaile üstüne çıkıyordu! Hele Şark… Kan içinde, ateş içinde, zulüm içinde kıvranıyordu. Yıkılan, sönen Akkoyunlu Hanedanı’nın enkazı üstünde Şah İsmail serserisi bir saltanat kurmuştu. Geçtiği yerlerde dikili ağaç bırakmayan, babasıyla büyükbabası Cüneyt’in intikamını aldığı için delice bir gurura kapılan bu kudurmuş şah, akla gelmedik canavarlıklarla sağına soluna saldırıyordu. Kendine iltica eden taraftarları bile çağırdığı ziyafette yemekmiş gibi kaynattırdığı büyük kazanlara atıp söğüş yapan, mağlup ettiği Özbek padişahının kafatasıyla şarap içen bu gaddar şah dünyada hakikaten eşi görülmemiş bir zalimdi. Beyazıd divanının edip, sakin, haluk, dindar vezirleri, onun vahşetlerini hatırlamaya tahammül edemezlerdi. Bu zalim bir gün mutlaka bizim hududumuza da tecavüz edecek, Şark eyaletlerini zapta kalkacaktı. Bunu herkes biliyordu. Geçen yıl Zülkadiriye Hâkimi Alaüddevle’den nikâhla kızını istemişti. Alaüddevle kızını vermedi. İsmail uğradığı bu ret hakaretinden hiddetlendi; intikam için padişahın toprağından geçti. Müdafaasız Zülkadiriye arazisine girdi. Diyarbekir, Harput kalelerini aldı. Sarp bir dağa kaçan Alaüddevle’nin oğluyla iki torunu eline esir düştü. Şah İsmail bu zavallıları ateşte kızartıp kebap ettirdi. Etlerini kuzu gibi yedi. Böyle bir vahşet Şark’ta yeni duyuluyordu. Cenk istemeyen padişah Ankara’ya Yahya Paşa kumandasında bir ordu göndermekten başka bir şey yapmadı. Bu şah, zalim olduğu kadar kurnazdı… Osmanlı toprağına geçtiği için özür diliyor, birbiri arkasına elçiler gönderiyordu. O vakit Trabzon valisi bulunan Şehzade Yavuz, babası gibi sabredememiş; Tebriz hududunu geçmiş, Bayburt’a, Erzincan’a kadar her tarafı talan etmiş hatta şahın kardeşi İbrahim’i esir almıştı. İsmail’in elçisi şimdi bu tecavüzden de şikâyet ediyor, Osmanlı toprağına son akınlarının, padişahın devletine karşı değil, sırf Alaüddevle aleyhine olduğunu tekrarlıyordu. İşte divanda bu kurnaz, zalim, gaddar türediye gönderilecek münasip bir elçi bulunamıyordu çünkü kendini Osmanlı hakanıyla bir tutan hatta bütün Şark’ta cihangirliği kuran bu serseri, karşısında devleti temsil edecek adama karşı şüphesiz birçok münasebetsizlikler edecek; münasebetsizliklerine mukabele edeni ihtimal kazığa vuracak, derisini yüzecek, akla gelmedik kaba bir vahşetle öldürecekti. Sadrazamın sağındaki, deminden beri bir mezar taşı gibi hareketsiz duran, kırmızı tuğlu kavuk yerinden oynadı. Yavaş yavaş sola döndü:
“Ben tam bu elçiliğe münasip bir adam biliyorum.” dedi, “Babası benim yoldaşımdı ama devlet memuriyeti kabul etmez.”
“Kim?”
“Muhsin Çelebi.”
Sadrazam bu adamı tanımıyordu. Sordu:
“Burada mı oturuyor?”
“Evet.”
“Ne iş yapıyor?”
“Biraz zengindir. Vaktini okumakla geçirir. Tanımazsınız efendim. Hiç büyüklerle ülfet etmez. İkbal istemez.”
“Niye?”
“Bilmem ama belki zevali var diye.”
“Tuhaf…”
“Fakat çok cesurdur. Doğrudan ayrılmaz. Ölümden çekinmez. Birçok defa gaza etmiştir. Yüzünde kılıç yaraları vardır.”
“Bize elçi olmaz mı?”
“Bilmem.”
“Bir kere kendisini görsek…”
“Bilmem, çağırınca ayağınıza gelir mi?”
“Nasıl gelmez?”
“Gelmez işte… Dünyaya minneti yoktur. Şahla geda, nazarında birdir.”
“Devletini sevmez mi?”
“Sever sanırım.”
“O hâlde biz de kendimiz için değil, devletine hizmet için çağırırız.”
“Tecrübe buyurun efendim.”
Sadrazam o akşam kethüdasını Muhsin Çelebi’nin Üsküdar’daki evine gönderdi. Devlete, millete dair bir maslahat için kendisiyle konuşacağını, yarın mutlaka tereddüt etmeyip gelmesini yazıyordu.
Sabah namazından sonra sarayının selamlığında, Hint kumaşından ağır perdeli küçük, loş bir odada kâtibinin bıraktığı kâğıtları okurken sadrazama, Muhsin Çelebi’nin geldiğini haber verdiler.
“Getirin buraya!” dedi. İki dakika geçmeden odanın sedef kakmalı ceviz kapısından pala bıyıklı, iri, levent, şen bir adam girdi. İnce, siyah kaşlarının altında iri gözleri parlıyordu. Belindeki silahlık boştu. Bütün kullarının tekâpûsuna, secdesine alışan sadrazam; bir an, eteğine kapanılmasını bekledi. Oturduğu mor çuha kaplı sedirin daima öpülen ağır sırma saçağındaki yumağı altından, içi boş, küçük bir kafa gibi şaşkın duruyordu. Sadrazam söyleyecek bir şey bulamadı. Böyle göğsü ileride, kabarık, başı yukarı kalkık bir adam ömründe ilk defa görüyordu. Kubbe vezirleri bile huzurunda iki büklüm dururlardı. Muhsin Çelebi gayet tabii bir sesle sordu:
“Beni istetmişsiniz, ne söyleyeceksiniz efendim?”
“Şey…”
“Buyurunuz efendim.”
“Buyur oğlum, şöyle bir otur da…”
Muhsin Çelebi çekinmeden, sıkılmadan, ezilip büzülmeden gayet tabii bir hareketle kendine gösterilen şilteye oturdu.
Sadrazam hâlâ ellerinde tuttuğu kıvrık kâğıtlara bakarak içinden, Ne biçim adam? Acaba deli mi? diyordu. Hâlbuki… Hayır. Bu çelebi gayet akıllı bir insandı! Merde, namerde muhtaç olmayacak kadar bir