gazoz. Ve onun mezelerini yedim. Gelen gece serindi. Ben pelerinime daha ziyade büründüm. Ayaklarım üşümeye başladı. Ruhumuzdaki müphem azabı unutmak için istikbal ve edebiyattan bahsettik. Ben belki onuncu defa ona emellerimi anlattım. On iki sene askerlik ettikten sonra istifa edecek ve hoca olacaktım. Gençliğimi orduda geçirdikten sonra ihtiyarlığımı mektepte, dershanelerde geçirmek istiyordum. En birinci emelim tarih okutmak, muhakeme etmesini öğretmek; mütebeddil ve fâni hakikatleri kati bir surette ihsas ve talim etmekti. Akil, müstakbeli pek aciz ve mütevazı düşünüyor yahut öyle görünüyordu. Bir saat sonra geldiğimiz yollardan dönerek, bu sıkıntılı gecenin kuru ve muzlim gölgeleri içinden geçerek aşçı dükkânına geldik. Bizden başka kimse yoktu. Birkaç dakika sonra bir süvari zabiti geldi, selamlaştık. Akil ile gülüşüyorduk. Süvari müteessif bir tavırla:
“Mutlaka haberiniz yok.” dedi. İkimiz de hayret ettik:
“Neden?”
Lokmalarımız boğazımızda kaldı, iştahımız birdenbire kesildi, zabitin cevabı pek müthişti:
“Harbiye nazırıyla sadrazamı vurmuşlar. Ahmet Rıza tehlikeli surette mecruh…”
Hemen yerimizden kalktık. Otelin altındaki büyük kahveye girdik. Köşeye, İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin azasından olan yahut olması lazım gelen eşraf ve başıbozuklar toplanmışlardı. Aralarında birkaç zabit vardı. Çehrelerde soğuk bir ihtizar sükûtu hüküm ferma idi. Ne yapacağımızı şaşırarak muhterem bir ölü karşısında bulunan sebepsiz bir tereddüt ve bir ihtiram ile kapının yanına oturduk. Köşedekilerin hepsi bir haber bekliyorlarmış gibi kapıya bakıyorlardı. Biz de sustuk. Beş on dakika öyle kaldık. Nihayet köşedekilerin arasından telgraf müdürü -bu gayet sevimli ve sahih bir Selaniklidir- kalktı. Yanımıza geldi. Felaketi anlattı. Zaten dünden beri böyle bir haber bekleniyormuş. Cemiyetin kaza merkezi, Merkez-i Umumi ile muhabere ediyormuş, ordu ve ahali ile İstanbul’a gidilecek ve Meşrutiyet iade olunacakmış. “İttihad-ı Muhammedi Cemiyeti” avcı taburu efradını iğfal etmiş. Onlar da “Şeriat isteriz!” diye meclise hücum ederek adliye nazırını falan katletmişler…
Birden o kadar derin ve muzlim bir ümitsizlik duydum ki ihtiyarsız:
“Eyvah azizim, mahvolduk! Bu sefer mutlaka mahvolduk!” dedim. Kalbimde sarih bir acı sızlamaya başladı. Artık konuşamıyor, Akil’le müdürün konuştuklarını duymuyordum. Gözlerimin önüne dumanlı bir Balkan haritası geliyor. Türkiye’nin parçalandığını, bu müthiş ve namevcut haritanın kırmızı ve ateşin çizgili hudutlarının hafi ve çirkin bir el ile bozulduğunu, değiştirildiğini görüyor gibi oluyordum. Izdırap dakikaları her felaket zamanında olduğu gibi yine bir azap ifriti uzunluğuyla geçiyor; aklıma iki üç sene evvel okuduğum Roland de Mares’ın “Mal Ottoman” makalesi geliyor. Bazen biraz kehanet taslayan ve ekseriya sözleri çıkan bu bedbin, bununla beraber meşhur muharririn; bizim için, zavallı Türklerin istikbali için verdiği insafsız ve kati hükümleri derhatır ediyordum. Kahveye her girenin yüzüne “bir havadis” gibi umumiyetle bakılıyordu. Akil sabredemedi. Müdürle beraber telgrafhaneye gitmeye kalktı.
“Bana müsaade…” dedim, “Kışlaya gideceğim.”
Onlardan sonra ben de çıktım. Yalnız ve yavaş yavaş tenha ve karanlık sokaktan yürüyordum. Şehrin saati dördü vuruyordu. Çeşmeyi geçtim. Büyük Kavaklı Meydanı’nda her vakitki gibi köpekler yine havlamaya başladı. Köşenin öbür tarafında bir dükkânın peykesine oturmuş olan bekçi, yıldızlarla aydınlanan bu kamersiz gece içinde bir karanlık yığını hâlinde duruyor, ara sıra çektiği sigarası yetim ve muhtazır bir ateş böceği gibi parlıyordu. Mezarlığın arasından geçiyordum. Beş altı ay evvel irtica ve taassubun feveranıyla bir saat içinde öldürülenleri nasıl alayla buraya gömdüğümüzü hatırladım. Daha hâlâ katiller, müşevvikler tecziye olunmadı. Belki affolunacaklar. Evet, doğrudan doğruya, sarahaten, amden Meşrutiye’te kasteden, payitahtı ayağa kaldıran “Kör Ali”ye ilişmeyen hatta bu haini okşayan adalet eli onların mı canını yakacaktı? Heyhat!.. Zavallı Remzi… Şimdi acaba ruhun, seni ümit ve şebabının en hisli ve acınacak bir anında söndüren o galeyanın, o müstekreh pişdarın kısm-ı küllisini İstanbul’da kanlar akıtırken görüyor mu? Yoksa… Yavaş yavaş yürüdüm. Mezarlığa girilen yolun karşısındaki fener sönmüştü. Ebkem mezar taşları sanki fikren meşgulmüş gibi vehmî bir hayatla sakin ve muzlim duruyorlardı. Yavaş yavaş yürüdüm… Aşağıdan tarih-i mukaddesin icat ve ızlal edemediği meçhul asırların bilinmez bir gününden beri akan Vardar, değinilen setlerine çarparak çağlıyor ve çarpıntısı bu matemî geceyi görünmez ürpermelerle titretiyordu. Artık kışlaya yaklaşmıştım. Çingenelerin boş demirci dükkânları tuhaf bir hayat arz ediyordu. Peykelerinin aralarından kuvvetsiz aydınlıklar akıyordu. Evet, Allah’ın bütün peygamberlerine vatan olan, bütün dinlerine cidal sıtması yağdıran bu memleketin, Türkiye’nin Çingeneleri bile mutaassıptır! Yarın cuma… Hepsi örslerinin üzerine birer mum yakmışlar, pederlerinin ruhunu şad ediyorlar!..
Odaya geldim. Masanın üzerindeki lamba kısılmış, yüzbaşım kırmızı velensesi altında, Şişman Galip köşede karyolasında, nöbetçi zabiti yatağında uyuyorlardı. Onları uyandırdım. Vakayı anlattım. Heyecanla biraz mübalağa ettim fakat yine pek ehemmiyet vermediler. İşte daha bir saat olmadı. Ben şunları yazarken onlar müsterih ve asude uyuyorlar. Hâlbuki ben… Sinirlerim o kadar müteheyyiç ki bu gece uyuyabileceğimi ümit etmiyorum, yalnız Arnavutçanın Latin hurufatıyla yazılması fikrinde bulunan yüzbaşım ihtiyarsız:
“Ah bu hocalar!” dedi, “Bizim harflere de mâni olan onlar değil mi ya?..”
Nöbetçi zabiti Hüsnü sesini çıkarmadı.
Şişman Galip uzun ve okkalı bir küfür salladıktan sonra:
“Ah bu softalar… Asker kaçağı …ler. Hepsini kesmeli…” dedi ve gözlerini kapadı. “İşte hepsi şimdi uyuyor!”
Ben, zavallı defterciğim, yine seni kitaplarımın altından bulup çıkarıyorum. Altı aydır boş duruyordum. İhtimal yine sana tevdi edilecek mühim vakalar hudus edecek. Bir “sui tefehhüm” korkusuyla kimseye, en genç fikirli, en yeni kafa bir arkadaşa söylenemeyecek şeyleri senin bitaraf ve taassuptan ari, pak ve beyaz sahifelerine yazabilir ve müteselli olurum. Yüzlerce sahifelerin doldu. En kanlı ve feci sahneleri sana yazdım. Müteessir olmak için seni okudum. Yaşadıkça benim refikim olacaksın. Öldükten sonra bir mutaassıbın, bir vatandaşın eline geçersen tahkir etmek için, tekfir etmek için beni bulamayacak, belki seni parça parça edecektir!.. Gece yarısı geçti. Artık yatıyorum. Bakalım sabah ne olacak?
....
2 Nisan 1325
Henüz yatmış ve uyumamıştım. Kapı açıldı. Süvari Yüzbaşısı Arif Bey içeri girdi. Bu; şişman, daima şen, alaycı bir arkadaştır. Herkese karşı “Hayatım!” diye hitap eder. Lakabı, “hayatım” kalmıştır. Benim yatağıma doğru yürüdü ve müteheyyiç bir sesle:
“Haydi canım kalk, çabuk!” dedi, “Zabitler kulüpte toplanıyorlar. Müzakere olacak, giyin. Arkadaşları da uyandır. Ben süvarileri uyandırmaya gidiyorum.”
Hemen kalktım. Arkadaşları uyandırdım. Galip kalkamadı. Nöbetçi Zabiti Hasan’la beraber Süvari Beşinci Bölük odasına gittik. Orada zabitlerle beraber kulübe indik. Geceleri kapalı olan kulübün şık ve biraz kibarca salonu aydınlanmıştı. Kapıdan girince soldaki oyun odasında kumandan paşa ayakta duruyor, erkân-ı harbî yanında şifre hallediyordu. Salonda yirmi kadar zabit vardı. Hepsi birbirleriyle konuşuyor, Sultan Hamit’in ismi diş gıcırtıları arasında sık sık geçiyordu. Anladım ki sabahleyin miting akdolunacak, protesto olunacak; redif taburu toplanacak, Hristiyanlardan gönüllü yazılacakmış.
Neler