onun için ölümdür; o zulmetmeden, öldürtmeden, ağlatmadan, kan ve gözyaşı döktürmeden yaşayamaz, ölür.”
Ve daha şedit devam etti. Miralaylığına kadar İstanbul’dan çıkmamış olan paşa, şüphesiz eskiden geçirdiği sakin ve tatlı ubudiyet günlerini derhatır ediyordu, susuyordu. Müfit Bey: “Hallini isteyelim, ısrar edelim, bu seferki hareketimiz son ve kat’î olsun!” diye, hiddet ve teessüften muhakemelerini kaybetmiş olan genç zabitleri tehyiç ettikçe o sıkılıyor ve şu müteheyyiç mevkiyi teskin için bir “idare-i maslahat”, bir “üslub-u hâkimane” mucizesi düşünüyordu.
Müfit Bey’in lafı bitince Akil ve doktor -sivil oldukları için- kalkıp gittiler. Kısa, bununla beraber şedit münakaşalar oldu. Paşa sükûneti tavsiye ediyor, acele işe şeytan karışacağını söylüyordu. Temmuz inkılabında mühim bir rol oynamış olan Süvari Alay Kumandanı Hasan Bey’in mitingde askerler namına nutuk irat etmesi kararlaştırıldı ve herkes dağıldı. Belki birçokları oyuna gittiler. Ben Yeni Otelin bahçesine geldim. Orada Akil’i buldum. Telgrafhaneye gittik. Müdür, nutkunu iyi okumak için şimdi gözden geçiriyor, okuyamadığı yerleri Akil’den soruyordu. Memurlar telgraf odasında mütemadiyen meşgul idiler. Ben pencerenin kenarında oturuyordum. Karşıdaki evin kızları henüz çıkan güneşin tatlı ve serin hararetleri karşısında birbirleriyle konuşuyorlar, kapılarının önünden geçen diğer kızları da tutuyorlardı. Dün geceden beri devam eden heyecanın ne olduğunu şüphesiz anlayamamışlardı. Fakat bir fevkaladelik hissettikleri hâllerinden belli idi. İki tanesi başlarına, saçlarının arasına “hürriyet kurdelesi” dediğimiz beyaz kırmızı şeyleri takmışlardı. Konuşuyorlar hatta gülüşüyorlardı: “Acaba ne var?” der gibi itimatsız İslav gözleriyle bana bakıyorlardı. Bir telgrafçı odaya girdi:
“Miting başladı.” dedi. Müdür geç kaldığımızı söylerken biz hızla ayağa kalktık, dik yokuşu biraz şiddetle indik. Sırp mektebinin önünde müdür:
“İyi okumak için iki konyak atmalıyım!” diye bizi bıraktı ve Merkez Otelinin yanından saptı. Biz yavaş yavaş hükûmete doğru ilerledik. Küçük ve intizamsız meydan tamamıyla dolmuştu. Köprüden zor geçtik. Ahalinin en arkasında duran kazanın tahrirat kâtibi genç bir çocuk, hükûmet kapısının yanındaki sütunun kenarında bir sandalye üzerine çıkmış, avazı çıktığı kadar bağırarak elindeki kâğıdı okuyor, istibdada lanetler ediyordu. Ondan sonra bir genç ve sevimli avukat mevki-i hitaba çıktı… Pek uzun söyledi. Bazen cebinden çıkardığı kâğıda bakıyor ve münasebetsiz bir yerde, mesela istibdat kelimesi geçerken alkışlar içinde kalıyordu. Ahalinin bir kısmı hakaret ve lanet makamında da el çırpıyordu. Hatipler teakup etti. Siyah gözlüklü bir Bulgar çıktı. Sonra bir şapkalı, ondan sonra bir daskal…1 Bunlar da uzun ve mübalağalı söylüyorlardı. Yalnız nutuklarından “Çarigrad” kelimesini anlıyordum ki “İstanbul” demektir. Daha sonra kaza kaymakamı çıktı. İrticai ile söylemeye başladı. Taşra Rumeli şivesiyle oldukça kıymettar, haykırıyordu. Dinin, mezhebin, cinsiyetin hükûmetle hiç münasebeti olmadığını; hükûmetlerin din, mezhep, cinsiyet için değil, menfaat üzerine tesis edilmiş olduğunu ve hükûmetlerin diyanet ve kavmiyetle değil menfaatle kaim bulunduğunu çekinmeden tekrar ediyordu. Hakkıyla alkışlandı. Jandarma karakolunun pencerelerinden ihtiyar zaptiyeler kaymakamlarının bu talakatine gülerek bakıyorlardı. İttihat ve Terakki Cemiyeti Kaza Merkez-i İdaresi’nin pencereleri kapalı idi. Yanındaki medrese odalarından ihtiyar ve genç hocalar, sarıklı adamlar bozuk çehrelerle bu kalabalığı seyrediyorlar, katiyen alkışlara iştirak etmiyorlardı. Güneşin harareti tezayüt etmişti. Arkadan gazozcu çocuk el arabasını kalabalığa sokmaya çalışıyor, nutukları iyice işitmek isteyen bir arabacı atlarını daha ileri sürmeye gayret ediyordu. Medrese pencerelerinden bakan sarıklıların neşesizlikleri bende edebî bir hatıra uyandırdı. On sene evvel Pierre Loti’nin eserlerini tetebbuya yeltenirken “Aziyade”yi de okumuştum. İlk Osmanlı Meşrutiyeti’ne dair orada birkaç sahife vardır. Yağmurlu bir gün tasvir olunur. Sözde Beyazıt Meydanı’nda toplar atılır. Loti eski bir Türk kahvesine girmiş. Oradaki sarıklı ihtiyarlar Mithat Paşa’nın Kanun-i Esasi’si ile eğlenmişler, atılan toplara karşı müsterihane çubuklarını çekerek gülmüşler… Belki vehmin tesiri… Fakat ben de medrese odasından bakan sarıklılarda Meşrutiyet’e ve içtima-ya karşı aynı tahkir ve garazı gördüm. Zaten tarih bize göstermiyor mu ki hürriyet ve serbestinin her tarzına ancak rahipler karşı gelmiş ve nihayet mağlup olmuşlardır.
Kaymakamdan sonra Süvari Alay Kumandanı Hasan Bey çıktı. Biraz tutuk ve pek resmî idi. Elinde beyaz eldivenleri vardı. Kılıcına dayanıyor ve ikide bir haricî bir vaziyetle “Efendiler…” hitabını tekrar ediyordu. Kaymakamdan daha serbest söyledi. Bu hükûmeti her ne kadar Türkler teşkil etmiş ise de tevsi ve terakkisi için bütün bu memleketteki kavimlerin yani Arnavutların, Arapların, Bulgarların, Rumların, hasılı bütün unsurların çalıştığını, vatanın bütün unsurlara ait olduğunu söyledi. Hatta, “Bizim vatanımız, efendiler!” dedi, “Bağdat’tan ta Viyana’ya kadar olan yerlerdir. Orada bizim ecdadımızın kemikleri vardır. Biz terakki edip hatta oralarını istirdat etmeye gayret etmeliyiz. Bunun için mutlaka Meşrutiyet, müsavat lazımdır…”
Birkaç kişi daha çıktı, güneşin harareti yakmaya başladı. Akil’e, “Haydi gidelim.” dedim. Kalabalığı yararak çıktık. Küçük köprünün üzeri tenha idi. Oradan geçtik. Ben kışlaya gelmek üzere onu terk ettim çünkü şimendifer hattındaki karakollar toplanacak. İhtimal bizim tabur da hareket edecek. Kışlaya geldim.
Odada kimse yoktu. Hepsi dışarıda oturuyorlardı. Üsküp’ten tren-i mahsus gelecekmiş. Burada bir manastır var! Onun günü imiş… Ben içeride bugünkü intibaları yazdım. Şimdi onların yanına giderek zairlerin geçişini seyredeceğim. Hava o kadar sıcak o kadar sıcak ki ceketle oturamıyorum.
3 Nisan 1325
Bugün cuma… Gönüllüler geliyor. Redif taburu toplanıyor. Emsalsiz bir faaliyet! Bütün tabur arkadaşları hareket edeceğimizi ümit ediyorlar. Neferlerimiz hep beyaz külah giydi. Depodaki beyaz dolakları dağıttık. Biz de beyaz külah giyeceğiz. Çarıklarımız yağlandı. Ben kitapları, kâğıtları topladım. Büyük sandığa yerleştirdim. Bir kat çamaşır, esvap ayırdım bavula. Beş senedir bir gün yanımdan ayrılmayan sevgili köpeğim Koton’u, Baytar Mazlum Bey’e bırakacağım. Tamamıyla hazırım. Cuma namazından gelen tabur imamı gayet mühim bir haber verdi. Camide hutbe okunurken Sultan Hamit’in ismi okunmamış. Müftünün emri varmış. Artık onun ismi katiyen hutbelerde geçmeyecekmiş… Bu tuhaf emir beni düşündürdü. Düşündüm ki şimdi İstanbul’da ne kadar vezirler, ne kadar müşirler, ne kadar ferikler, ne kadar paşalar, ne kadar yaverler, ne kadar askerler selamlık resmini ifa ediyorlar; ona, o meşum ve yıkılmaz kuvvete, Allah’ın memleketimizde otuz iki senedir sönmeyen o korkunç ve kırmızı gölgesine perestiş ve tekâpu ediyorlar.
....
PRİMO TÜRK ÇOCUĞU
Vatan; ne Türkiye’dir Türklere, ne Türkistan,
Vatan büyük ve müebbet bir ülkedir: Turan…
Bu serin ve karanlık eylül gecesinin yıldızsız seması altında meyus ve musdarip Selanik, sanki gündüzki nümayişlerden, heyecanlardan, gürültülerden yorulmuş gibi baygın ve sakin uyuyordu.
Rıhtım tenha idi… Olimpos Palas’ın, Kristal’in, Splandit Palas’ın, diğer küçük gazinoların lambaları çoktan sönmüştü. Katolik kilisesinin hâkim ve müstevli çanı saat üçü vuruyor, hiddetli bir ahenkle bazı yavaşlayarak bazı coşarak devam eden haris tanini