avuçtu… Bugün görülen Rumeli ve Anadolu ahalisi hep Rum’du. Fakat zorla dinleri tebdil edilmişti. Evet Kenan da bir Rum çocuğu idi. Türkiye, Avrupalılar tarafından taksim edildikten sonra hiç şüphesiz Rumeli ve Anadoluda Türk namı altında yaşayan on yedi milyon Rum eski dinlerine dönecek, Hristiyan olacaklardı… Mösyö Vitalis böyle anlatıyor, bütün Türkiye’de sultanın ailesinden başka Türk bir familya olmadığını ve hatta bunu aklı eren malumatlı Türklerin de itiraf ettiklerini ilave ediyor; Grazia şaşıyor ve seviniyordu. Kenan tekrar davet edildi. Bu musahabeler yanında açıldı. Tarihleriyle, eserleriyle, ananeleriyle, kahramanlıklarıyla şöhret kazanan, daha Abbasiler zamanında Garb’a üşüşmeye başlayan milyonlarca Türk’ü, Karamanlıları, Selçukluları, Akkoyunluları, Karakeçilileri unutarak; Osman Hanedanı’nın zuhurundan birkaç sene evvel Rumeli’ye, Vardar Vadisi’ne geçen bahadır Türklerin vücudunu inkâr ederek o da Türkiye’de hiç Türk bulunmadığını tasdik etti.
Baba kız hayalleriyle Kenan’ı Rum olarak kabul ettikten sonra izdivacı o kadar imkânsız görmediler. Mösyö Vitalis iki sene evvel ölen babasından Kenan’a on beş bin liralık bir miras kaldığını öğrenmişti. Bu mühim bir para idi, hususuyla Türkiye’de… Sonra Şark Meselesi halledilince, yani Türkiye Avrupalılar tarafından parça parça taksim edilince en büyük mevkileri böyle Kenan gibi mütefennin, Avrupa’da tahsil görmüş, yerlilerin ruhuna vâkıf, muktedir adamlar işgal edecekti. Evet Grazia’nın talihi iyiydi… Mösyö Vitalis izdivacı müsait gördü. Lakin birkaç ehemmiyetsiz şartı vardı: Kenan izdivaçtan evvel iratlarını satacak, kızına beş bin lira verecek; Türk âdetlerine sadık kalmış mutaassıp akrabalarıyla asla münasebet ve ülfette bulunmayacak; doğacak çocukları İtalyan terbiyesi görecek ve İtalyan olacak… Grazia her hususta serbest bulunacak… Kendisine de bazı teşebbüslerinde kullanılmak için, borç gibi, beş bin lira verilecek!.. Kenan hemen İstanbul’a gitmiş, satılacak şeyleri satmış, bütün şartları kabul ederek Grazia ile birleşmişti. İki sene içinde birbiri üstüne iki erkek çocuğu olmuştu. Gayet mesuttu. İtalyan âdetini takip ederek çocuklarını numara ile çağırıyorlar: “Primo! Sekundo!” diyorlardı. Sekundo iki sene evvel hastalanmış ve ölmüştü. Şimdi yalnız Primo ile kalmışlardı… Mösyö Vitalis Meşrutiyet’in ilanından sonra Türkiye’de işlerin iyi gitmeyeceğini vehmederek binlerce lira ile on parasız geldiği İtalya’ya gitmişti. Orada bir çiftlik almış, işten el çekmişti. Kızına ve damadına her hafta bir kartpostal ve her ay uzun bir mektup gönderiyordu…
Acaba bu tecavüzün üzerine neler yazacak, İtalyan armadasının galebesini, İtalyan askerinin kahramanlıklarını nasıl methedecekti. Kenan bilmediği bir yerinden yaralanmış gibi yüzünü buruşturdu. Uyuyamıyordu…
Şimdi babası, Grazia’yı ve kendisini İtalya’ya çağırmayacak mıydı? Ne yapacaktı?.. Gidecek miydi?.. Hayır… O hâlde?..
Acaba Grazia tabiiyetini tebdil etmeye razı olacak mıydı? Çocukları vardı. Ve işte on seneye yakın birbirlerini o kadar seviyorlardı… Şakaklarından soğuk terler akıyordu. Cebinden mendilini çıkardı. Yüzünü sildi. Saçlarını parmaklarıyla karıştırdı. Gözlerini açtığı vakit pencereden dışarısının aydınlanmakta olduğunu gördü. Sabah oluyordu. Ömründe ilk defa olarak bütün bir geceyi uykusuz geçiriyordu. Ayağa kalktı. Gerindi. Başı ağrıdan uyuşmuş gibiydi. Pencereye yaklaştı. Sokağa baktı. Karşıki binanın ikinci katındaki balkonuna yaşlıca bir kadın birtakım örtüler asıyor ve rıhtımda koyu lacivert bir deniz, koyu lacivert bir sema altında uzanıp gidiyordu. Sokağın içinde birkaç Yahudi kavga eder gibi konuşuyorlar, yirmi otuz kişilik bir gürültü husule getiriyorlardı. Döndü. Tekrar yatağa uzandı. Gözlerini kapadı. Uyuyamıyordu, İçinden:
Ne yapacağım? Ne yapacağım? diyor, hiçbir karar veremiyor, ızdıraptan ve azaptan kıvranıyordu…
(…) Otelin kapısından çıkınca gözleri kamaştı. Büyük bir güneş zeval noktasına yaklaşmış, ortalığı çiğ, şedit ve beyaz bir ziya içinde bırakmıştı. Deniz sakin ve mavi idi. Arabalar, tramvaylar yine eskisi gibi geçiyor, herkes sanki eskisinden biraz daha hızlı yürüyordu.
Tramvaya binmedi. Beyazkule’ye kadar yayan gitmek istedi. Evvela deniz kenarını takip etti. Bu tarafı çok tenha idi. Tek tük birkaç kişi geçiyordu.
Sonra yine binalar cihetine saptı. Meyus bir çehreye rast gelmiyordu. Aksine şapkalıları daha şen, daha mesut görüyordu. Tüccar kâtipleri, mağaza memurları, kendi kendilerine hayalî bir ehemmiyet veren tatlı su Frenkleri, hasılı bütün bu renksiz ve Türklüğe düşman güruh seviniyordu, iyice dikkat etti. Hariçten biri gelse mutlaka bugün bir bayram var zannedecek! Asabileşiyor, dişlerini sıkıyor, dudaklarını ısırıyor, “Sevininiz hainler, sevininiz! Bizim felaketimiz sizin için saadettir!” diyordu. Beyazkule’ye geldi. Duvarları yıkma ameliyesi tatil olunmuştu. İttihat Bahçesi’nin önünde durdu. Asker kulübünün karşısında boş bir araba duruyordu. Binsem mi? diye düşündü. Vazgeçti. Ne oldukları belirsiz, irili ufaklı, şapkalı çocuklar Fransızca ilaveleri birbirlerine okuyorlar, katılacak derecede gülüyor ve itişiyorlardı. Güneş yüzünü yakıyordu. Hava gazı direğinin dibinde birkaç ecnebi kadınla birkaç şapkalı duruyor ve tramvayı bekliyordu. Erkekler şüphesiz yeni başlayan harbi, düşman filosunun muzafferiyetini anlatıyorlar ve kadınlar mesrur bir merakla dinliyorlardı. Nihayet uzaktan yaklaştığı görülen tramvay geldi. Ağzı ağzına dolu idi. Yalılarda oturanlar öğle yemeğine dönüyorlardı. Yer yoktu. Arkadaki arabaya atladı. Kondüktörün mevkisinde ayakta durdu. Herkes birbiriyle konuşuyordu. Türkçe bir kelime geçmiyordu. Dikkat etti. Tramvayın içine baktı.
Kadın erkek hepsi şapkalı idi. İğne atılsa yere düşmeyecek olan bu koca müteharrik ve umumi meskenin içinde kendisiyle beraber ancak üç fesli vardı. Diğer iki fesli de tramvayı idare eden adamla biletçi idi.
Tramvay yürürken bu vicdan ezici mağlubiyet ve perişanlık manzarasını görmemek için artık dışarısını seyrediyordu. Yalısına yaklaşmıştı, neden sonra tekrar dikkat etti. İşte aksi gibi bir fesli geçmiyordu. Hep şapkalı, şapkalı, şapkalı… Kendi kendini teselli etmek, bütün bütün yeise ve ümitsizliğe bırakmamak istedi, “Garip tesadüf?” dedi, “Bu kadar yolda bir feslinin geçmemesi pek garip…”
Küçük, zarif yalısı ölmüş gibi sessizdi. Bütün panjurları kapalıydı. Bahçeden geçti. Taş merdiveni çıktı, çana bastı, hizmetçi kız geldi, kapıyı açtı, asabi bir istical ile sordu:
“Madam nerede?”
“Sabahleyin araba getirtti. Dışarı çıktı.”
“Primo?”
“O da madamla beraber gitti.”
“Madam bir şey söylemedi mi?”
“Hayır…”
İçeri girdi. İki yol sandığı hazırlanmıştı. Demek Grazia yolculuğu düşünüyordu. Burasını ilk defa görüyormuş gibi duvarlara, perdelere, möblelere, eşyalara bakıyor, hayret ediyordu. Bütün bu muhitte Türk hayatına, Türk ruhuna ait bir gölge, bir çizgi bile yoktu… Birden Bursa’daki çocukluğunun geçtiği baba evini hatırladı; sofada rahat ve beyaz örtülü divanlar vardı. Odalar gayet temiz ve halı dolu idi. Kubbe tarzında yapılmış nakışlı tavanda asılı yaldızlı kafesinin içinde bir kanarya daima öter, merdiven başındaki ceviz ağacından eski ve guguklu saat, alaturka saat başlarını haykırarak onun gürültüsünü keserdi. Babasının odası gözünün önüne geliyordu. Buraya selamlık da derlerdi. Alçak sedirler ve kalın halılarla döşeli olan bu geniş oda, ağır vişne rengindeki perdeleriyle biraz karanlıkça idi. Duvarlarda eğri ve altın kakmalı kılıçlar, kamalar, piştovlar asılı idi. Hatta bir gün babası bu kılıçlardan birini indirmiş, kınından çıkararak