Омер Сейфеддин

Pembe İncili Kaftan


Скачать книгу

onu asılmak için ipe doğru yürüyen, celladın satırı altında başını uzatan masumun duyduğu o mütevekkil, ümitsiz fakat necip korku ile titretiyordu. Vücudunda hiç kuvvet kalmadığını hissediyor, sebepsiz gözyaşlarıyla ağlamak, denize, bu erimiş adem gecesine atılmak, mahvolmak istiyordu, işte Trablus meselesinin halli zamanı gelmişti. O da herkes gibi bunun farkında olmamış, uyurken hançerlenen bir adamın uyanarak, lakin ne olduğunu anlamayarak ölmesi gibi, his ve muhakemesini birden kaybetmişti. Başı fena hâlde ağrıyor, şakaklarından kanlarının uğuldayarak geçtiğini işitiyor, karşısındaki kuzguni ve nihayetsiz karanlığa bakıyordu. Karaburun’un projektörü tekrar doğdu. Bu, uzun ve münevver bir hattı. Seri bir daire çizdi. Olimp’e dikildi. Şimdi gözleri bu ufki nura dalıyor, bu nurun içinde mavi deniziyle, açık semasıyla, sevimli kalesiyle, beyaz minareleriyle, latif ve sade evleriyle, yüksek hükûmet sarayıyla, Münşiye Mahallesi’nin sağındaki yeşil hurma ormanıyla Trablus’un hayalini görüyordu.

      Alçak düşman bu güzel memleketi topa tutmuş, zapta kalkmıştı. Ve ortada hiçbir sebep yoktu. Bu derecede kaba ve deni bir tecavüze kimler cesaret ediyorlardı? Bu milletin içinde namuslu insan yok muydu? Bu millet baştan aşağıya kadar korsan mıydı? Hükûmetleri bir ahlaka, bir vicdana sahip insanlardan mürekkep değil miydi?.. Düşünüyordu… Projektörün nuru tekrar söndü. Ufki ve beyaz Trablus hayali kayboldu. Gözleri yine karanlıklarda kaldı… İtalyan Başvekili Gioletti, Hariciye Nazırı San Julianos da Avrupa’da hükûmet adamlarının çoğu gibi mason değil midirler?.. Şöhretli grandmetr’leri, mason hükümdarları, mason prensleri, mason lordları, mason milyonerleriyle “Yalnız insaniyet, başka bir şey yok!” diyen farmasonluk şimdi neredeydi?.. Başı dönüyordu. Düşeceğini zannetti. Biraz geri çekildi. Yukarı doğru yürümeye başladı. Yanından geçen devriye polisi, “Kimdir bu?” der gibi yüzüne bakıyordu. Bütün hayatında ne kadar yanlış ve çürük fikirlerle aldandığını, kavmiyetsizliğin, milliyetsizliğin, “beynelmileliyetçilik ve masonluk” hülyasının biraz düşünebilen bir adamı hüngür hüngür ağlatacak derecede gülünç bir budalalık olduğunu anlıyor, istemeyerek içinden, “Ben neyim?..” diye kendi kendine soruyor fakat “Türk’üm!..” demeye cesaret edemiyor, şimdiye kadar ruhu zapt olunmuş kıymetsiz bir cesetten başka bir şey olmadığını idrak ile hiddetinden ve utanmasından ağlamak istiyordu. O da Türkleri dünya yüzünden kaldırmak için birbirleriyle tamamıyla ittifak etmiş olan Avrupalıların naçiz bir kulu, muti bir hizmetçisi, memluk bir kölesi değil miydi? Avrupalılara, Avrupalıların âdetlerine, ananelerine, terbiyelerine, muaşeretlerine, muhitlerine, cemiyetlerine tapmıyor muydu? Ecnebilerden aldığı ehemmiyetsiz bir nişan, bir madalya onu nasıl deli gibi sevincinden çıldırtır ve iftihar ettirirdi?..

      Türkleri, Türklerin vatanını mesele mesele taksim edip taksit ile maddi olarak parçalamaya çalışan bu yağmacı ve doymaz Avrupalılar manevi hücumlarını da ihmal etmiyorlardı. Lisanlarını, maariflerini, ahlaklarını, terbiyelerini, âdetlerini neşir ile bir asırdan beri içimizde yalnız isimleri “Türk ve Şarklı” kalmış müthiş bir “renksiz ordusu” teşkil ediyorlar; bu renksizlerle şekimemize saldırıyorlar, bizi zayıflatıyorlar, milliyet ve Türklük fikrini farmasonluk efsanesiyle boğuyorlardı. Düne gelinceye kadar kendisi bile “Türk’üm!” demeye sıkılmıyor muydu? Ve bu memlekette kendisi gibi tarihinin büyüklüğünü, mazisinin şerefini, dedelerinin şanını bilmeyen, inkâr eden, milliyetinden utanan ne kadar Avrupalılaşmış renksiz vardı? Düşünüyor ve hızlı hızlı gidiyordu. Gümrüğün arkasına, yeni apartmanların hizasına gelmişti.

      “Nereye gidiyorum?” dedi. Sabaha ancak birkaç saat vardı. Bu gece yatmayacak mıydı? Fakat nerede yatacaktı? Evini, yalısını hatırlayınca soğuk bir titreme duydu. Oraya nasıl gidecekti? Artık o eve girerse nefret ve hiddetinden elem ve nedametinden ölmeyecek miydi? Tekrar döndü. Beyni sulanmış da kafasının cidarlarına çarpıyormuş gibi, her adımda başında dayanılmaz bir acı duyuyordu. Yürüdü. Yürüdü ve şuursuz bir hareketle Splandit Palas’ın önüne geldi. Camlı kapıdan görünen aydınlık ve taş koridorun nihayetinde, bir sandalye üzerinde garson uyukluyordu. Çan düğmesine bastı. Garson birden uyandı ve çabuk adımlarla kapıya geldi. Açtı. Bu, kır bıyıklı, kırk yaşında tahmin olunur bir Rum’du.

      “Oda var mı?” diye sordu. Garson anlamamış gibi yüzüne baktı. Sözde Türkçe bilmiyordu. Biraz tereddütten sonra, “Malista…” dedi fakat karşısındakinin Rumca bilmediğini intikal edince tekrar iğrenç bir Yahudi Fransızcasıyla ilave etti:

      “II ya, il ya, veuillez entrer!”

      Mermer basamaklı merdivenin başına gelince garson geride kaldı. Yine o yalnız Selanik’e mahsus olan bozuk ve yanlış Yahudi Fransızcasıyla, “Siz çıkınız mösyö, yukarıda odanız gösterilecek.” dedi. Bir düğmeye bastı. Yukarıda bir zilin çalındığı işitilir gibi oldu. Merdiveni yavaş yavaş çıkıyor, başının ağrısından gözleri kapanıyordu. Kendisini, ortadaki salonun açık kapısı önünde buldu. İçeride gayet sarı saçlı, beyaz esvaplı bir Avrupalı kadınla başı açık ve esmer bir delikanlı konuşuyor ve gülüşüyorlardı. Gözlerini ovuşturarak gelen kuvvetli, çirkin ve biçimsiz garson onu sağ taraftaki tek yataklı odalardan birine götürdü. Çiğ ve beyaz aydınlığı söndürüp yalnız kalınca sırtüstü karyolaya uzandı. Soyunmaya hatta potinlerini çıkarmaya takati yoktu. Gözleri kapandı. Kollarını başının üstüne çaprazvari koydu.

      Uyuyamıyor, başının zonkladığını duyuyor, evini düşünüyordu! İhtimal zevcesi bu akşam onu beklemiş ve kim bilir ne kadar merak etmişti ama nasıl gidecekti? Kırk sekiz saattir birbirini takip eden vakalar, haberler onu şaşırtmış, mevcudiyetini, ruhunu değiştirmiş, muhakemesini perişan etmişti. Şimdi ne kadar müşkül bir mevkide kalmıştı… Hakaretin, tecavüzün, itisafın şiddetinden ansızın uyanan millet İtalyan mektebinin, acentesinin, hastanesinin hatta konsoloshanesinin armalarını parçalamış; bayrak direklerini kırmış, sancaklarını yırtmış, heyecanlı nümayişler yapmıştı. Ne kadar İtalyan varsa şüphesiz hepsi kovulacaktı. İtalyan dostu görünecek bir Türk şüphesiz lanetler, nefretler içinde tahkir olunacak, memleketten dışarı çıkarılacaktı…

      Başının ağrısından gözleri yaşarıyor ve akacak gibi oluyordu. Yüzükoyun döndü. Gözlerinin önüne zevcesi, çocuğu, evi geliyordu. O hiç böyle bir günü düşünmemiş, bu ana kadar mesut yaşamıştı. Bir Garplı ile bir İtalyanla izdivaç etmek, hayatını birleştirmek ona pek tabii görünmüş hatta iftihar edilebilecek bir mümtazlık gibi gelmişti. Avrupa’dan geldiği seneyi, gençlik ve bekârlık günlerini hatırlıyor, mazisini sesli bir sinematograf süratiyle hayalinden geçiriyordu. Grazia’yı ilk defa İzmir’de bir baloda görmüş ve hayret etmişti. Bu kız eski Roma tarzında fantezi esvaplar giyiyor ve tıpkı İmparator Hadrian’ın metresi Antinous’a benziyordu. Avrupa’da tahsili esnasında sanat tarihini tetebbu ederken hep Louvre Müzesine gider, saatlerce bu latif gözdenin heykeline bakardı. İzmir’de bu heykelin canlısını görmek onu deli ediyordu. Grazia’ya hemen âşık olmuştu. Evvela babasına kendisini takdim ettirdi. Bu mösyö, Vitalis isminde bir İtalyan mühendisti. Mesleklerinin bir olması ahbaplıklarının çabuk ilerlemesine sebep oldu. Mösyö Vitalis’in hükûmette görülecek işleri, memlekette çevrilecek birçok dalavereleri vardı. Bu genç Türk’e mal bulmuş Mağribî gibi sarıldı. Evine kabul etti. Onu âdeta kendisine fahri bir tercüman, fahri bir komisyoncu yaptı. Fahri ve bedava olmakla beraber gayet terbiyeli olan bu hizmetçi ona istediği kadar iş buluyor, hilelerine, ihtikârlarına, vurgunlarına yardım ediyor, hükûmetteki müşküllerini bir dakikada hallediveriyordu. Hem bu Türk zengin idi. Kızına gayet kıymetli hediyeler veriyordu… Fakat bedava ve sadık tercümanının kızına âşık olduğunu, onunla izdivaç etmek istediğini işittiği vakit çok hiddetlendi. Bir Türk’e kızını vermek… Bu mümkün mü idi? Bir barbara, bir vahşiye, bir medeniyet düşmanına, hasılı