mükâfat ne kadardı? Bize söylediniz miydi?..”
“Lakin… Bu pek büyük… Hakikaten işitilmemiş bir mükâfat. Size tam miktarını söylemek istemem. Yalnız şu kadar söyleyeyim ki bana bu mektubu kim bulursa cebimden ona elli bin frank veririm. Hâl şu ki mesele günden güne daha acele bir şekil alıyor. Son zamanlarda, verilecek mükâfat iki misline çıkarıldı. Lakin doğrusu, üç misline de çıkarsalar vazifemi yaptığımdan daha iyi yapamam.”
Dupin sözlerini uzatarak ve piposundan çıkan dumanları savurarak dedi ki:
“Lakin… Evet… Hakikaten G…! Siz mümkün olan her şeyi yapmadınız… Meselenin en derin noktasına kadar gitmediniz. Zannedersem hiç değilse biraz daha ileri gidebilirdiniz. Ha?”
“Nasıl?.. Ne yolda?..”
“Lakin…” Bir duman savurdu. “Bu mesele hakkında…” Birbiri üzerine iki duman savurdu. “Nasihat alabilirdiniz, ha?” Üç duman savurdu. “Abernethy hakkında nakledilen hikâyeyi hatırlıyor musunuz?”1
“Hayır, Abernethy’nizi şeytanlar götürsün!”
“Şüphesiz, isterseniz şeytanlar götürsün. Lakin bir zamanlar gayet hasis bir zengin, Abernethy’den parasız bir tıbbi muayene koparmak ister. Bu maksatla bir cemiyet içinde onunla alelade konuşmaya başlar. Söz arasında hayalî bir şahıstan bahseder gibi kendi hastalığını anlatır. Hasis der ki: ‘Farz edelim, hastada şu ve şu araz var. O hâlde doktor, ona ne almasını tavsiye edersiniz?’ Abernethy cevap verir: ‘Ne almasını mı? Şüphesiz nasihat almasını!’ ”
Müdür biraz şaşırarak dedi ki:
“Lakin ben nasihat almaya tamamıyla hazırım. Aynı zamanda benim bu işimi yapana da hakikaten elli bin frank veririm.”
Dupin bir çekmecenin gözünü çekti ve bir tediye senedi defteri çıkararak cevap verdi:
“O hâlde bana söylediğiniz parayı içeren bir senet yazarsınız, onu siz imza eder etmez bende size mektubunuzu teslim ederim.”
Ben şaşırdım. Polis müdürüne gelince katiyen yıldırımla vurulmuşa döndü. Birkaç dakika hareketsiz, sessiz donakaldı. Ağzı açık, inanmaz bir tavırla ve gözleri dışarı fırlayacakmış gibi arkadaşıma bakıyordu. Nihayet biraz aklı başına geldi, bir kalem yakaladı. Biraz tereddütten sonra şaşkın ve boş bir nazarla çeki doldurdu, elli bin franklık bonoyu imza etti ve masanın üstünden Dupin’e uzattı. Dupin bonoyu aldı, dikkatle muayene etti, cüzdanına yerleştirdi. Sonra bir yazıhane açtı; bir mektup çıkardı; polis müdürüne verdi. Müdür mektubu ölecek gibi bir sevinçle kaptı. Titrek bir elle açtı. Yazılara bir göz attı. Sonra süratle kapıya atıldı. Hiç veda etmeksizin odadan ve evden dışarı fırladı. Dupin’in senet yazmayı teklif ettiği dakikadan beri hiçbir söz söylememişti.
O, gidince arkadaşım bazı izahata girişti; dedi ki:
“Paris polisi sanatında son derece mahirdir. Memurları gayretli, kurnaz ve işgüzardırlar. Vazifelerinin icap ettirdiği her malumata hakkıyla sahiptirler. Onun için G… bize D…’nin konağında yaptığı araştırmaların tafsilatını verirken onun liyakatine tam bir itimadım vardı. Ben biliyordum ki o ihtisası dâhilindeki araştırma usulünde lazım gelen her şeyi yapmıştır.”
“İhtisas dâhilindeki araştırma usulü mü?” dedim.
Dupin cevap verdi:
“Evet. Kabul edilen tedbirler, bu nevi işlerde yapılacak şeylerin en iyisi değildi. Bununla beraber kabul edilen usul kati bir mükemmeliyetle takip edildi. Eğer mektup onların araştırmalar yaptıkları saha dâhilinde saklanmış olsaydı, bu babayiğitler onu bulurlardı. Bu hususta benim zerre kadar şüphem yok.”
Ben gülmekle iktifa ettim. Lakin Dupin’in tavrı bu sözleri pek ciddi söylediğini gösteriyordu. Devam etti:
“Demek ki tedbirler nevi içinde iyi idi. Ve şayanı hayret bir surette tatbik edilmişti. Yalnız şu kusuru vardı ki mevzubahis adamın işinde tatbik kabil değildi. Bütün bir mahirce tedbir sistemi vardı ki bunlar polis müdürü için bir nevi ‘Proküst’ yatağıdır.2 O, bütün planlarını bu yatağa bağlıyor ve ona uyduruyor. Lakin bu meselede daima ya pek derinlere dalarak veya pek sathi kalarak hata ediyor. Birçok okul çocukları bile ondan iyi bu işi muhakeme ederler.
Sekiz yaşında bir çocuk tanıdım. Tek mi çift mi oyununda hiç yanılmaması herkesi hayran etmişti. Bu oyun basittir. Bilalarla oynanır. Oyunculardan biri eline birkaç tane bila alır ve ötekine sorar: ‘Tek mi? Çift mi?’ Öteki doğru bilirse bir bila kazanır. Bilemezse bir bila kaybeder. Bahsettiğim çocuk okulun bütün bilalarını kazanıyordu. Tabii bunun bir kehanet tarzı vardı. Bu kehanet sadece müşahede ve karşısındakinin inceliklerini takdir esasına istinat ediyordu. Farz edelim ki bu çocuğun karşısındaki hakiki bir ahmaktır. Kapalı elini kaldırarak soruyor: ‘Tek mi? Çift mi?’ Bizim mektepli çocuk ‘Tek.’ diye cevap veriyor ve kaybediyor. Lakin ikinci tecrübede kazanıyor çünkü kendi kendine muhakeme ediyor: ‘Ahmak birinci defa çift tuttu. Onun kurnazlığı ikinci defa ancak tek tutmasını icap ettirecek dereceden ileri gitmez. Demek ki ben tek demeliyim.’ kararını veriyor; ‘tek’ diyor ve kazanıyor.
Şimdi bu kadar basit fikirli olmayan birisiyle oynarsa şöyle muhakeme eder: ‘Bu çocuk benim ilk defada tek dediğimi gördü. İkinci defada aklına gelecek ilk fikir, birinci defada ahmağın yaptığı gibi basit bir surette teki çifte tebdil etmektir.’ Lakin ikinci bir düşünce ona diyecektir ki: ‘Bu pek basit bir değişikliktir ve nihayet ilk defada olduğu gibi yine çift tutacaktır. Demek ben çift demeliyim.’ diyecek ve çift deyip kazanacaktır. Şimdi mekteplinin bu muhakemesi -ki arkadaşları ‘şans’ diyorlar- son bir tahlilde nedir?”
Dedim ki:
“Bu sadece, bizim muhakeme sahibinin kendi şuurunu karşısındakinin şuuruyla mutabakat ettirmesinden ibarettir.”
Dupin “Bundan başka bir şey değil.” dedi. “Ben bu küçük çocuğa muvaffakiyetini temin eden bu ‘şuuru tam bir surette mutabakat ettirme’ye nasıl muvaffak olduğunu sordum, bana şu cevabı verdi: ‘Bir kimsenin ne dereceye kadar ihtiyatlı veya budala yahut da iyi veya fena olduğunu, o anda neler düşündüğünü anlamak istediğim zaman yüzüme mümkün olduğu kadar tıpkı tıpkına onun yüzüne benzer bir şekil veririm. O vakit zihnimde yahut kalbimde hangi hislerin, hangi fikirlerin doğacağını beklerim. Yani yüzümü nasıl onun simasına intibak ettirdimse fikrimi, hissimi de onunkilere intibak ettiririm.’
Mektepli çocuğun bu cevabı, Rochefoucauld, La Bougive, Machiavelli ve Campanella’ya atfedilen derin tasavvuf felsefesini pek geride bırakır.”
“Eğer sözünüzü iyi anlıyorsam muhakeme edenin, kendi idrakini karşısındakinin idrakine intibak ettirmesi demek karşıdakinin idrakini doğru ve kati olarak takdir ve tayin etmesi demektir.”
Dupin cevap verdi:
“Vakıa amelî kıymet itibarıyla bu şarttır. Polis müdürüyle arkadaşlarının birçok defalar aldanmalarının birinci sebebi, bu mutabakatı yapmamalarıdır. İkincisi; boy ölçüştükleri zekâyı yanlış takdir etmeleri, daha doğrusu takdir edememeleridir. Onlar yalnız kendi mahirce fikirlerinden başka bir şeyi göz önünde tutmamışlardır. Gizlenmiş bir şeyi aradıkları zaman ancak kendileri o şeyi nereye saklayacaklarını düşündüler. Alelade halkın kurnazlığı düşünülünce bunda tamamıyla haklı idiler. Lakin kurnazlığı onların kurnazlığından başka bir tarzda olan hususi bir hırsız mevzubahis olunca bunlar tabii aldanırlar.
Hırsızın kurnazlığı bunların kurnazlığından fazla olunca hâl daima böyle olur. Hatta ekseriya bunlar kadar