inanmaya ve tüm inanmayanlara karşı mevcudiyetini savunmaya razı ve de istekliyim.
Carl Schummel, oldukça meşguliyet sahibiydi; kendinden son derece emin hâlde durup dinlenmeden, karşılarında belirip de onlara hitap edenin ve de masayı hediyelerle dolduranın Aziz Nicholas değil, kendi anne babalarından biri olduğuna küçük çocukları ikna etmeye çalışıyordu. Ama aslını biz biliyoruz elbette.
Tabii bir de şu durum var ki; o kişi bir azizdiyse neden Brinker kulübesini de ziyaret etmedi? Niçin bir tek o karanlık ve acılı haneye uğramadan geçip gitti?
X
OĞLANLARIN AMSTERDAM MACERASI
“Herkes geldi mi?” diye seslendi Peter coşkuyla. Ertesi sabah erken vakitte, paten yolculuğu için hazır ve nazır, kanalın kenarında toplanmıştı her biri. “Bir bakalım, Jacob beni kafile başkanı olarak atadığına göre, yoklamayı benim yapmam lazım gelir. Carl Schummel burada mı?”
“Burada!”
“Jacob Poot!”
“Burada!”
“Benjamin Dobbs!”
“Bu… Burada!”
“Lambert van Mounen!”
“Burada!”
“Çok şükür! Sensiz gidemezdik zaten, İngilizce konuşabilen bir tek sen varsın. Ludwig van Holp!”
“Burada!”
“Voostenwalbert Schimmelpenninck!”
Cevap yoktu.
“Ah! Küçük hınzıra izin çıkmadı anlaşılan. Hadi bakalım, beyler, saat sekiz oldu; hava berrak, buz da taş gibi sağlam, yarım saate Amsterdam’a ayak basarız. Bir, iki, üç, ileri!”
Hakikaten de, yarım saatten az bir vakit geçmesine rağmen sağlam bir duvar işçiliğiyle inşa edilmiş setlerden birini geçmişler ve doksan beş adayla neredeyse iki yüz köprüden oluşan surla çevrili şehre, Hollanda’nın gözde kenti Amsterdam’ın kalbine ayak basmışlardı bile. Hollanda havasını ilk defa soluduğundan beri burayı iki kez ziyaret etmiş olmasına rağmen, merakını uyandıracak birçok güzellik görüyordu Ben; fakat Hollandalı yoldaşları bütün ömürlerini kentin yakınlarında geçirdiklerinden olsa gerek, Ben’in gönlünü çelen onca fevkaladeliğe kayıtsız kalıyorlardı, bu kent onlar için dünyanın en sıradan kentiydi. Her bakışta, şahit oldukları Ben’in ilgisini cezbediyordu; çatal şeklinde bacaları olan, koruma duvarları sokağa bakan yüksek evler; uzun, kol gibi kaldıraçlar yardımıyla evlerin pencerelerine mallarını indirip kaldırmak için kullandıkları bir sistemi, çatılarının altına kuş tüneği gibi astıkları depolarına ekletmiş ticarethaneler; bataklık toprağına derinlemesine gömülmüş ahşap kazıklar üzerinde mağrur bir edayla yükselen amme binaları; dar sokaklar; kenti örümcek ağı gibi kuşatmış kanallar; köprüler; su araçlarının farklı yüksekliklerdeki sular arasında geçişini sağlayan kanal havuzları; alışık olmadığı kıyafetler ve hepsinden de tuhafı kilise önlerine doluşmuş, uzun, şekilsiz bacaları kutsal mabedin duvarlarından çok daha yükseğe erişen bilimum dükkân ve haneler.
Bakışlarını biraz yukarı kaldırsa parıldayan sivri çatılarıyla gökyüzünü delecek gibi duran, öne doğru meyilli, dar ve uzun evleri görür; biraz aşağı indirse Arnavut kaldırımını tuğla yaya yolundan ayıran hiçbir şeyin olmadığı, ne bir yerle kesişen ne de bir yere dönen tuhaf sokağa tanıklık eder; yarı yolda gözlerini dinlendirmek gayesiyle duracak olsa ev sahiplerinin görünmeden sokakta ne olup bittiğini ya da kapıyı çalanın kim olduğunu gözetleyebilecekleri şekilde düzgünce ayarlanmış, neredeyse her pencerenin dışına asılı, şaşkınlık verecek denli küçük spionnen24 aynalarına da tanıklık edebilirdi.
Odun yüklenmiş bir köpek arabası, emektar sırtında çanak çömlek ya da züccaciye mallarıyla doldurulmuş bir çift küfe taşıyan bir eşek, çıplak Arnavut kaldırımlarında süratle ilerleyen, kaymasını kolaylaştırmak maksadıyla bacaklarına eski püskü paçavralarla yağ sürülmüş bir kızak, en nihayetinde de kar beyazı kuyruklarını asaletle sallayan boz donlu Flanders atların çektiği, onca gösterişine rağmen sürekli sarsak bir aile arabası geçiyordu yanından.
Kent tam bir bayram havasına bürünmüştü. Aziz Nicholas onuruna fevkalade süslenmişti her bir dükkân. Kafile başkanı Peter, türlü çeşitli oyuncak ve içerisindeki her şeyin sergilendiği muhteşem vitrinlerin cazibesine kapılmamalarına dair yoldaşlarına defalarca emir vermek zorunda kalmıştı. Hollanda, bilhassa üretim yeteneğiyle ünlü bir diyar. Ufaklıkların zevkine hitap edebilecek, mümkün olan hemen hemen her şeyin minyatürü yapılıyor; herhangi bir Hollandalı gencin iş edinmeye bile lüzum kalmadan kavrayabileceği girift mekanik oyuncaklar ise bizim burada olsa, patent dairemizde göklere çıkarılır. Ben, minyatür balıkçı teknelerinin bazılarının karşısında hınzır bir gülümsemeye engel olamadı. Oldukça ağır ve tıknazdılar, tıpkı Rotterdam’da gördüğü o tuhaf yapı gibi. Minicik trekschuiten ise bir iki karış vardı ve imkân olursa bir ara bunu İngiltere’deki erkek kardeşi için almayı her şeyden çok arzuladı. Yanında harcayacak fazladan parası yoktu, çünkü Hollandalı tutumluluğunun tam bir timsali olarak çocuklar sadece en temel masraflarına yetecek kadar para almayı kararlaştırmış, bu parayı topladıkları keseyi de Peter’a emanet etmişlerdi. Buna binaen, Ben de tüm enerjisini manzarayı izlemeye ve kardeşi küçük Robby’yi aklına getirmemeye sarf ediyordu.
Gezi sırasında, bir anda pek sıkışmasıyla yakınlardaki Bahriye Mektebine plansız, acele bir ziyarette bulunmak zorunda kalmış, bu esnada bahriyeli öğrencilerin tam teşekküllü çift direkli yelkenlilerine ve kamaralarında eşyalarını koydukları sandıklarının üzerinde beşik gibi sallanan ranzalarına imrenerek bakakalmıştı. Varlıklı elmas kesicilerinin ve sefil kılıklı adamların mesken tuttuğu Yahudi Mahallesi’ne göz ucuyla şöyle bir bakmış, ancak akıllıca davranarak oranın yakınına bile adım atmamaya karar vermişti. Ayrıca Amsterdam’ın başlıca dört caddesi Princengracht, Keizersgracht, Heerengracht ve Singel’e de hızlıca bir göz atma imkânına erişebilmişti. Bunlar biçim olarak yarım daire gibiydi ve ilk üçünün ortalama uzunlukları iki milden fazlaydı. Her birinin tam ortasından birer kanal geçiyordu ve bu kanalların her iki yanında da devlet binalarının muhafız alayı gibi sıralandığı düzgün taş döşeli yollar bulunuyordu. Yeniden uyanış mevsimlerini hasretle bekleyen çıplak karaağaç dizileri kanalların etrafını sarmış, dallarının gölgeleri donmuş yüzeyde örümcek ağları çiziyordu. Her şey o kadar pak ve ışıltılıydı ki Ben, Lambert’e dönüp tüm bunların ona put kesilmiş birer zarafet abidesi gibi göründüğünü ifade etmişti.
Neyse ki o vakitler hava pek soğuktu da ne sokakları sel almış ne de tepelerine sağanak inmişti, yoksa genç serüvencilerimiz birçok defa muhakkak sırılsıklam kalacaklardı. Süpürmek, paspaslamak ve ovalamak Hollandalı ev hanımları için bir tutkuydu ve tek bir leke izinin bulunmadığı malikânelerine en ufak bir çamur sıçratmak bile cinayete yeltenmekle kıyaslanabilirdi. Pabuçlarının topuklarını silip cilalamadan evlerinin kapı eşiğinden geçenlere hor görerek muamele edilir, hatta bazı yerlerde konukların eve girmeden evvel ağır pabuçlarını dışarıda çıkarmaları beklenirdi.
Sir William Temple,25 “What passed in Christen dom from 1672 to 1679?”26 hatıratında, Amsterdam’daki bir leydiye konuk giden tumturaklı bir sulh hâkiminin öyküsünü anlatır. İri kıyım, Hollandalı bir kız kapıyı açmış; hanımının evde olduğunu, fakat hâkimin pabuçlarının pek de temiz olmadığını yüzüne tek nefeste pat diye söyleyivermiş. Başka tek kelime